DR. SAFFET MURAT TURA
ÖNSÖZ
“Olmak’ta Eksik”
Lacan’da Kastrasyon ve Narsizm
Ünlü Fransız psikiyatr ve psikanalist Jacques Lacan (1901-1981) ya da Amerikalıların hafif alaycı bir tonda taktıkları lakap ile “Fransız Freud”, mirası kolayca değerlendirilemeyecek bir yazardır. Adı, “çağımızı en çok etkileyen psikiyatrlar” listesinde ön sıralarda yer almasına rağmen böyle bu. Kimileri yere göğe koyamaz onu; bazı basit denklemlerini sloganlaştırarak çarpıcı bir şeyler söylemeye çabalar, Lacan’ı putlaştı- rırlar. Başkaları ise, özellikle psikoterapi pratiğine gerçekten ne kattığını sorgulayarak küçültür onu. Böyle bir ortamda sağduyu ile Lacan’ı değerlendirmek güçleşir.
Kanımca bir yazarı incelemeye başlarken, onu çağının içinde ve özellikle çağıyla polemik halinde ele almak gerek. Şüphesiz bir yazar, hele Lacan gibi bir kuramcı yalnızca bu polemiklere indirgenemez; ben burada sadece bir giriş kolaylığından söz ediyorum.
Lacan sadece psikiyatri ve psikanaliz alanında değil, felsefe ve antropoloji alanlarında da etkili olmuş ve bu alanlardan etkilenmiş bir psikaytrdır. Özellikle Levi-Strauss’un yapısal antropolojisinden ve yapısalcı dilbilimden etkilendiği söylenir ki, doğrudur. Bu konuyu ayrıntılı olarak başka bir yerde1 ele aldığımdan burada söz etmeyeceğim.
Lacan’ı önce etkili olduğu kültürel-felsefi çerçevede ele alalım. Lacan felsefenin yaşamın içine girdiği, neredeyse herkesin filozof olduğu bir altın çağda Paris’te yaşadı. Dönemin etkili dünya görüşleri Marksizm ve varoluşçuluktu. Jean-Paul Sartre varoluşçuluğun öncülüğünü yapıyor, bu felsefeyi Marksizm- le ilişkilendirmeye çalışıyordu. Lacan’ın da politik tavrının “sol”a yakın olduğu düşünülebilirse de, bunun biricik kanıtı, adının birlikte anılmasına ses çıkartma-dığı öteki adların Levi-Strauss, Althusser ve Fouca- ult gibi “sol”da yazarlar olmasıdır.
Ancak Lacan pJD es cart es’çı düşünceye ve onun bir uzantısı olan Sartre varoluşçuluğuna karşı bazen açık, bazen örtük bir tavır almıştır. Özneyi özgür seçimin öznesi olarak gören Sartre varoluşçuluğuna karşı, simgesel yapıların insan üzerindeki belirleyiciliğini çıkarır. Lacan’a göre dilin özneden bağımsız işleyen yapıları vardır; özne de adeta oraya “iliştirilmiştir”. (Burada Lacan’ın dilbilim karşısındaki tavrı da çı- kâr ortaya: dil durağan bir yapı değil, işleyen bir yapıdır.) Sartre’ın “varoluşçuluk bir hümanizmadır” sloganının karşısına seminerlerinde “psikanaliz bir an- ti-hümanizmdir” denklemiyle çıkar. Althusser de kendi tarafından aynı şeyi Marksizm için söyleyecektir.
Bugün Lacan’ın bu yönlerini fazla sivri, üstelik psikanaliz bilimine hiçbir şey katmamış aşırılıklar olarak değerlendirebiliriz. Ne çare, polemikler insanı sivriltir. Slogan savaşının gerçek dayanaklarına baktığımızda Lacan tarafında “rüyaların dilinin” Freud’a öğrettiği şeyi buluruz. Rüya, bilinçdışının söylemi, öznenin seçtiği değil, maruz kaldığı bir şeydir. Ve Lacan, Freud’un bilinçdışının işleyişi hakkında ileri sürdüğü mekanizmaların aynen dilde de bulunduğunu gösterir. Esas buluşu budur. Kanımca buradan hareketle Lacan’ın ulaştığı sonuçlar hayli tartışmalıdır.
Lacan’ı daha iyi konumlandırmak bakımından onu bir de psikanaliz çerçevesinde ele alalım. Psikanaliz Fransa’ya geç girdi. Daha önce İngiltere’ye girmiş, hızla yükselmiş ve hızla düşüşe geçmişti. Bu ülkede Melanie Klein’ın geliştirdiği kuramın önemi bugün Amerika’da yeniden keşfediliyorken acaba niye böyle olmuştu? Yanıtlamak güç. Ama öyle görünüyor ki temel sorun, ki Amerika’da da bir dönem aynı sorunla karşılaşıldı, psikanalizin zengin kuramsal gücünün vaat ettiği teknolojik başarıyı gösterememesi gibi duruyor. Açıkçası psikanaliz tedavi tekniği olarak vaat ettiği başarıyı gösteremedi bu dönemde. Yine psikanaliz çerçevesinde kalan ama Freud’dan çeşitli yönlerde uzaklaşan yeni okullar türedi: sosyo– kültüralistler, Ego psikolojisi, nesne ilişkileri kuramı.
Lacan bu “sapmalar karşısında “ortodoks” bir çizgiyi savundu: Freud’a geri dönmek. Amerika’da psikanaliz yozlaşmıştı Lacan’a göre; teknoloji halini almıştı.
Freud’a geri dönmek! İyi de, hangi Freud’a? Lacan’a yakından bakarsak “yapısal kuram”dan (id-e- go-süperego kuramı) uzak olduğunu görürüz. Özellikle “Rüyaların Yorumu”, “Schreber Vakası”, “Me- tapsikoloji”deki Freud ön plana çıkar; yani 1900-1915 arası erken Freud. Bu dönemde Fre- ud’un temel sorunsalı bilinçdışı, bilinçdışı çocukluk karmaşaları, bilinçdışının işleyiş mekanizmaları ve bastırma mekanizmasıdır. Lacan böylece psikanalizi “bilinçdışının bilimi” olarak ilan edecektir.
Sanırım Lacan polemikçi mizacı nedeniyle 1970′- lerin sonlarında Amerika’da psikanalizin “rönesans”ı diyebileceğimiz büyük gelişmeyi önceden görebilme şansını elden kaçırmıştı. Gerçekten de son 15-20 yıldır gerek kuram gerek pratik alanda başdöndürücü gelişmeler yaşanıyor. Psikanalizden türeyen okullar bir taraftan psikiyatri içinde “organik görüş”le barışırken (Kernberg), bir taraftan da daha varoluşçu çizgilere uzanıyor (Kohut). Artık kimse bilinçdışına bastırılmış çocukluk karmaşalarını doğrudan patojen (hasta eden) etken olarak görmüyor. Psikanalitik psikoterapiler giderek bir “karakter analizi” haline geliyor. Klasik teknikte büyük değişiklikler söz konusu. Her ayrı karakter yapısı çerçevesinde ayrı tranferans
reaksiyonları (aktarma tepkimeleri) ayırt ediliyor. Tanı, tedavi ölçütleri gelişiyor. Zaten bilim de soyuttan somuta, yalından karmaşığa doğru yükselmez mi?
İşte Lacan psikanalizi “bilinçdışının bilimi” olarak görüp, kendini bastırılmış çocukluk karmaşaları ile sınırladığı ölçüde, bugünden geriye bakıldığında verimsiz bir kuramcı gibi gözüküyor. Acaba gerçekten böyle mi? Biraz daha yakından bakmanın zamanı geldi.
O halde şunu itiraf ederek başlamak zorunda kalıyoruz: Lacan daima “bilim”den, “klinik gerçeğinden” dem vurmakla beraber, dem vurduğu alanın hakkını asla ver(e)medi. Çünkü dem vurulan alan, kabaca bilimsellik diyelim buna, laf ile gerçeklik arasında sıkı bir ilişki gerektirir. Oysa Lacan’ın lafı ile gerçeklik GELSEYD? (burada psikanalitik gerçeklik) arasında sadece gevşek bir ilişki var. Psikanalizin “birincil süreç” düşün-cesinin, ya da “dinamik bilinçdışı”nın bilimi olması da bu gevşekliği bilimsel bir hafiflikten ayırt etmeye inandırıcı bir gerekçe sağlayamaz: “divan”da bilim yapılmaz.
Lacan’ın sözünün bulutsu hafifliğini belgelemek ve “Fallus’un Aniamı”na bir maladie anahtar vermek için aşağıdaki karşıtlıklara göz atmayı öneriyorum: imleyen etkin fallus öteki bilinçdışı dil imlenen edilgin arzu özne bilinç insan Lacan elinizdeki metinde bu karşıtlıklardan neredeyse “serbest çağrışım” zincirinde metaforik bir kolay geçişle faydalanırken, ruhumuzda psikanalitik açıdan fallus’un anlamına dair bir “yankı” bırakmakla yetiniyor. Bu kolay geçişi haklı gösterecek kanıt (sanırım bu önsöz tamamlandığında tam olarak anlaşılmış olacak), anlatımını gene Lacancı analitik fenomo- nolojide bulan temel bir varsayımdır aslında: insani arzu Öteki’nin arzusunun arzusudur; insan arzulan- mayı arzular. O zaman ilk bakışta güç gibi gözüken şu denklem ortaya çıkar: insan kendini ancak dilde, yani Öteki’nin nezdinde gene Öteki tarafından ona dayatılan bu yabancı ortamda, kendine yabancılaşmış) olarak imleyebilir. İşte Lacan’a göre bu ötekileş- me, bu yabancılaşma bilinçdışının koşuludur. Böylece özne kendini imlerken temelde Öteki’nin arzusunu dile getirir. Öteki’nden (örneğin öznenin dile maruz kaldığı, kendini onun söyleminin içinde bir imleyen ile imlediği ilk insan olan -“anadili” kavramının tüm çağrışımlarını da barındırmak üzere- anneden) devraldığı bu alet (dil) sayesinde, annenin arzusunun annenin fallus (alet) yoksunluğuna bağlandığı kritik gelişim aşamasında, bilinçdışı “simgesel” kas- trasyon karmaşasının da temeli atılmış olur. Ancak aşağıda görüleceği gibi, Lacan’ın “imgesel kastraş- yon” olarak nitelediği klasik Freud’cu karmaşadan daha derin ve temel bir “narsistik” karmaşadır bu simgesel kastrasyon. Böylece Öteki, Öteki’nin nez- di, dil ve bilinçdışı, fallus imleyeni çevresinde denge-lenmeye çalışılan kısmi bir eşitlik kazanır.
Fakat gene de bu lafın psikanalitik gerçeğin hangi özel noktasında kesin temas alanı bulduğu sorunu, bulutsu hafifliğin tül perdesinde kendini gözlerden saklayarak bir gizem kazanıyor.
O halde Lacan’ı yakmalı mı? Birisine bir zararı olur diye değil de, belki kimseye bir faydası dokunmaz diye. Öyleyse şimdi artık, belki onu pek sevdiği gizeminden koparmak pahasına, Lacan’ın değer verdiğim katkısından söz etme noktasına geliyorum.
İlk olarak, Lacan’ın lafının klinik gerçekle özel temas alanlarının bulunmadığı tamamen doğru değil. Söz konusu ilişki alanları sayıca az olmakla birlikte önemlidir. Bunlardan ilki, analitik ağırlığına ilk kez Lacan’ın işaret ettiği “ayna evresi”dir.2 Tamamen farklı bir epistemolojik çerçeveden konuşmasına rağmen “narsistik durumlar” konusunda en ayrıntılı çalışmayı yapmış ve bu ciddi klinik duruma ilişkin özgün “aktarma tepkimeleri”ni (transferans reaksiyonları), bu tepkimelerin çözülme noktalarını, sistematik yorum çalışmasının kişiliğin ve aktarma tepkimesinin hangi hattından gidilerek yapılması gerektiğini, bu olgularla çalışan terapistin stratejik ve taktik yaklaşımlarının temelinin ne olması gerektiğini en ince ayrıntılarına kadar tanımlayan Amerikalı psikiyatr ve psikanalist Kohut, Lacan’a olan borcundan ?EYH söz ediyor ise3 bu şüphesiz, narsizm fenomeninin “ayna evresi” kavra mı sayesinde daha kolay anlaşılabilir bir boyut kazanmış olmasındandır.
İkinci olarak, Lacan analitik gerçeklik, yani “birincil süreç düşüncesi” ya da “dinamik bilinçdışı” konusunda Freud’un öncelikle rüyaların analizi (bu yazıda “öteki sahne”) ile ilişkili olarak ortaya koyduğu “yer değiştirme” ve “yoğunlaştırma” mekanizmalarını doğrudan doğruya dilbilimsel “metonimi” ve “metafor” kavramlarına çevirmekle yeni bir alan açmış olu-yor. “Birincil süreç düşüncesi” ile çalışan terapiste çeşitli olanaklar sağlayan bu teknik kolaylığın diferansiyel matematiğin fizik alanına getirdiği kolaylıkla karşılaştırabilir olduğunu düşünmek belki abartılı olur. Ama herhalde Lacan’ın yapısalcı bir vurguyla metafor ve metonimiye olanak veren şeyi, yani “ayıklama” ve “eklemleme” ile çalışan dili, Öteki ile ilişkinin geçtiği yabancının nezdi olarak gördüğü her zaman bi- linçdışını da görmesinin, böylece ikincil süreç düşüncesini (ve Ego’yu) bir epifenomene dönüştürmesinin, bize yeni bir bakış tarzı sunmaktan öte bir yarar sağladığını düşünmek daha da abartılı olur.
Ancak sanırım Lacan’ın ününe layık olduğu temel nokta, analitik kuram ve tekniğe bu katkılarıyla sınırlı değil. Lacan’ın gerçek değeri, onun hangi koşulda dinlenmesi gerektiğinde yatıyor. Lacan elbette ki herkese, ama her şeyden önce klinisyenlere konuşur; kuramın ayrıntılarının bilindiğini varsayar. Onlardan beklediği dinleme de kendisini bir kuramcıyı din ler gibi dinlemeleri değil, bir hastayı dinler gibi dinle-meleridir. Yani terapist o “eşit olarak dağılmış martı uçuşu dikkati” ile hastanın lafına kulak verirken, arka planda bir müzik gibi Lacan’ın söylemini de dinleyecek. İşte o zaman, her terapist zaten alışık olduğu bu dinleme tarzıyla Lacan’ın gerçek anlamını bulacak. Şüphesiz bu dinlemeyle her terapist farklı bir dille anlatacağı kendi “yorumu”nu bulur. O halde ben Lacan’da ne buldum? Önsözün bundan sonrası “yo-rum-açıklama” gibi ağır bir sorumluluk taşıyor.
Klinik deneyimim bana, ilk kez Freud’un belki eksik bir biçimde dile getirdiği şu gerçeği bir kez daha gösterdi: insan cinselliği göründüğü her yerde utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkuları, bilinçdışı suçluluk duyguları, cezalandırılma korkusu ve arzusu, pişmanlık, kaygı, sıkıntı, bağımlılık isteği ve korkusu ikilemi, kadiri mutlaklık iddiası ve muhtaç olma çelişkisi, haset, rekabet, hüsran, ruhi çöküntü, şiddet ve hatta bilinçdışı adam öldürme arzuları istekleri ile eşleşmiş olarak ortaya çıkar. Analitik bir çalışmada öznenin dile getirdiği ve çalışmanın temel konularını oluşturan bu materyal kimi kez (cinsler arasında her türlü ilişkiyi de içine alacak anlamda) cinselliği ne ise o olacak şekilde yalnız bırakır gibi görünse bile, bu ancak yaşamın ayrı alanlarının aynı sıkıntıları taşıması koşuluyla gerçekleşebilir. Burada açıkça bir “metonimi”den söz ediyorum. Daha da ilginç olan, bazen bu tonlarını kaybetmiş bir cinselliğin, çekiciliğini de yitiriyor gibi gözükmesidir. “Birincil süreç düşüncesinde abartılı ve boğucu tonlar kazanan bu konular, ruhi hastalığın insan türüne özgü evrenselliğini de dile getirir. Sören Kierke- gaard tamamen farklı bir nedenle de olsa “insan olmak ölümcül hasta olmaktır” demişti. Bu hastalıklı soyun kendi cinsinin cinselliğine ulaşması niçin sözcüğün en geniş analitik anlamında bir kastrasyonla eşleşmek zorundadır? İşte psikanalizin teorik ve pratik bir zeminde ilk kez bilimsel olarak sormak başarısını gösterdiği sorunların ilklerinden biri budur.
Bu soruya verilebilecek “ailenin düzeni”, “sosyal baskı” türünden her türlü yanıt ancak süreci açıklayabilir, zorunluluğu değil. Lacan ise tamamen Freud’cu bir çerçeveden konuşurken, inanılmaz bir kıvraklıkla kastrasyonun “olmak” boyutunu; yani insan türüne özgü adeta psikanalitik bir “varoluş” sorunu olarak “narsistik kastrasyon” diyebileceğimiz “trajik” boyutunu da ele alır. (Elbette ne “varoluş” sorunu ne de “narsistik kastrasyon” kavramları Lacan’da geçmez. Bunların benim yorumum olduğunu bir kez daha kaydetmeliyim.) Freud’un kabaca erkekte “penisin kesilmesi tehdidi”, kadında ise “penis haseti” başlıkları altında ele aldığı penise “sahip olmak” ile ilgili imgesel sıkıntılara denk düşen karmaşa, Lacan’da daha da derinde dil ile devreye giren “simgesel” bir “olmak” sorunsalına bağlanır. Lacan’da kastrasyon sadece -imgesel- bir penisin kesilmesi tehdidi değildir; “fallus olmak”tan, yani her iki cins için de Öte ki’nin arzusunun nesnesi olmaktan yoksun olmaktır. Ve imleyen bir şeyi yokluğu zemininde, yani o şeyin yokluğunda onun yerini tutmak koşulu ile imlediği içindir ki fallus imleyen konumuna yükselir. Bu durumda henüz Oidipus öncesi bir aşamadan da söz ediyoruz. Bize biraz sonra “Fallus’un Anlamı”nı verecek anahtardan, yani “utanç”tan da bahsetmenin zamanı geldi: günümüzde analitik literatürde kesin egemenliğini kuran Amerikalılar karşısında Fransızların bence hâlâ başarıyla savunduğu en önemli tezlerden birine göre Oidipus öncesi kökenli olduğu düşü-nülen utanç ve küçük düşme korkuları Oidipus dönemine ait suçluluk duyguları ve cezalandırılma korkularından ancak teorik bir müdahale ile ayrılabilir, fenomonolojik olarak ayırt edilmesi ise olanaksızdır.4 Bu tez, Oidipus öncesi ile Oidipus’un, utanç bağlamında nasıl içiçe geçtiğini göstermesi bakımından ilginçtir.
Daha açık olalım. “Birincil süreç düşüncesi” ile uğraşan bir tedaviye diğer yaklaşımlar karşısında ayrıcalıklı statüsünü veren, insanın düşünmediği düşüncelerinin (yaşatılamadığı yaşantılarının, deneyimleme- diği deneyimlerinin) olmasıdır. Bir düşüncenin fenomonolojik varlık koşulu düşünülmesi olduğuna göre, düşünülmeyen düşünce ne kadar paradoksal görünse de analitik deneyimin insan doğası hakkında ortaya koyduğu ilk olgudur. Eğer insan bazı düşüncelerini düşünmüyor ise, ister kaygı ister ruhi çöküntü şeklinde yaşanacak olsun, belli bir ruhi acıdan kaçınmak içindir bu. Bir düşünceyi düşünmemenin yegane yolu, analizin kaydedebileceği kadarıyla, başka bir düşünceyi düşünmektir. İşte Freud’un “metapsi- kolojik” açıdan5 “bilinç” (ya da “önbilinç”) alanında bir yatırım çekilmesi ve bir karşı yatırım uygulaması şeklinde ya da Lacan’ın bir imleyenin kendisiyle aynı pa- radigmatik düzeyde bir başka imleyenle temsil edilmesi, yani metafor şeklinde6 denklemini kurduğu “bastırma” ancak dil sayesinde, yani birbirinin yerini alan öğeler sistemi sayesinde olanaklıdır. “Dil, bilinçdışının koşuludur” der Lacan.
Eğer düşünülmeyen düşünce öznenin nevrotik ıstırap pahasına belli bir ruhi acıdan kaçınmasını (nevroz teorisinde “birincil kazanç” denen şeyi) sağlıyor ise, o zaman analitik süreç bir kefaret ödeme süreci oluyor. Çünkü bu süreç insanın kendi korktuğu, kaçındığı karşıt arzularla yüklü, saçma, sapkın, suçlu, Отзыв akıldışı, gerçeklik dışı, bastırılmış yanıyla, bi-rincil süreciyle bütünleşmeye çalışma sürecidir. Dü-şünülmeyen düşünce her şeyden önce bir başkası ile paylaşılamayan düşünce ile ilişkilidir ve terapistin öznenin nevrotik dünyasına girmesi, yani “aktarma nevrozu”nun başlaması ile pekişen direnç alanlarıyla kendini belli eder. Kimi kez (aslında klinik pratikte çoğu kez) kendiyle yüzleşmenin öznede yaratacağı ıstırap, hatta delirme tehdidi göz önüne alınarak, en azından bir süre için “savunma mekanizmaları” güçlendirme yoluna gidilir ise de, bu klasik psikanalizin yöntemi ve amacı değildir.
Burada kuramsal bir ayrıntıya dikkat çekme gereğini duyuyorum. Günümüzün en büyük psikanalisti bir zamanlar Freud’un sözünü ettiği nevrozlardan (k- lasik adıyla aktarma nevrozlarından) başarıyla ayırt ettiği “sınır durumlarda” da (borderline personality organisations) temel mekanizmanın “bastırma” değil “yarılma” olduğunu söylüyor.7/8 Yazara göre bu durumlarda “birincil süreç düşüncesinin pek zayıf bir bastırma ile örtülü karakteri, bu sürecin zaman zaman tüm ruha egemen oluşuyla kendini gösteriyor. O zaman sormak istiyorum doğrusu: hem gelişimsel hem de klinik olarak, madem ki “yarılma” her şeyden önce birincil sürecin karşıt oranlarla yüklü karakterine karşı çalışıyor, bir “yarı-bastırma”yı; yani “karşı yatırım” gücünü “yarığın” bastırılmamış yarısında bulunan ve bir bakıma gelişimsel bakımdan aynı düzeyle ilgili “takıntılı düşünce nevrozu”nda gözlediğimiz “tepkisel oluşum” (formatiorı reactionelle) ile de benzeşen başarısız ve dengesiz bir bastırma taslağını göstermiyor mu? Ve eğer önemine ilk kez yine yazarın işaret ettiği şu klinik görünüm; bir zaman için devrede bulunmayan (düşünülmeyen, yaşantılanma- yan) ama bir süre önce bilinçte yer alıp yaşantılan- mış yarı yaşantı, terapist tarafından yüzlendiğinde, bu yüzleme nevrotiklerin “birinci! süreç düşünceleri” ile karşılaştıklarında yaşadıkları kaygıdan daha şiddetli bir tepkiye ve öfkeye neden oluyor ise, o halde bu olgularda karşıt isteklerle yüklü birincil sürece karşı bir “yarı – bastırma”yı gözlemiş olmuyor muyuz? Daha da önemlisi, bu “yarı – bastırma”, Kern- berg’in “sımr durumlar”ın terapi sürecinde kazandıklarını düşündüğü suçluluk duygularını, yol açacağı ağır ruhi çöküntüden kaçınmak için paranoid bir tarzda bir yardımcı savunma kullanarak dış dünyaya “yansıtmak” suretiyle de sağlama bağlamaya çalıştıkları şiddetli bir bastırmaya; yani ağır suçluluk duygularına karşı bir bastırmaya yardımcı bir savunma da sağlamış olmuyor mu? Zaten psikiyatrlar olarak başka türlü, bu durumlarda gözlediğimiz kendine yönelik şiddet ve intihara sıklıkla başvurma olgusunu nasıl anlayabilirdik? Nevrotikte “çatışkı” türevine yükselmiş ambivalansı kabul edememe ve yaratacağı ruhi açıdan kaçınmak için düşünülmeyen düşünce gibi bir alan yaratma, “sınır durumlar”da da söz konusu edilebileceğine göre, temel olarak Freud’un (ve dolayısıyla Lacan’ın da) modelinin, yani bastırma modelinin en azından bu durumlar için de geçerli olduğunu göstermiyor mu? Ve ilk bakışta teknik gibi görünen bu tartışma kuramsal bir bütünleşmeyi vaat etmiyor mu?
Öznede ruhi acı yaratacağı için düşünülmeyen, bastırılan düşünce ile pskinalitik anlamıyla bilinçdışı arasındaki ilişki nedir, diye sorulabilir. Çeşitli çağrışımlar (mesela terapistin yorumları) sonucu bilinçte oluşan, hatta bunun da ötesinde bilincin bugün için aydınlanamamış belirsizliği çerçevesinde fenomono- lojik ve varoluşsal anlamda özgür(!) kendiliğindenli- ği ile oluşan bir düşünceden de (sözgelimi çeşitli şartlanmalar sebebiyle) kaçınabilir özne. Bu durumda söz konusu düşünceye bilinçdışı düzeyde denk düşen, mesela “bilinçdışı arzu” gibi yüklü bir statünün bulunduğunu deneysel anlamda nasıl söyleyebi- liyoruz? Deneysel anlamda söyleyemeyiz, tabii. Çünkü bilinçdışı bilimsel bir varsayımdır. Ama takdir edi-lecektir ki, bizi bu varsayımı elde tutmaya yöneten kuvvetli kanıtlar var.
İlk olarak, öznede ruhi acı uyandıran düşüncenin, pek çok örnekte “bastırma”ya maruz kalmadan önce, bir an için bile olsa herhangi bir düşünceden daha yüklü ve yoğun bir tonda; mesela bir arzu ya da ruhi çöküntü tarzında yaşandığı bir anı ile karşılaşırız. (Klasik psikanalizin anılara, özellikle bellek kaybına uğramış olanlara verdiği önem buradan kaynaklanır.) İkinci ve daha önemlisi, klinik deneyim, düşünülmeyen düşünceler kümesinin rastlantısal olmadı-ğını, şu üç başlıkta; cinsellik, saldırganlık ve (deneyimin gösterdiği kadarıyla özellikle nevrozdan ağır durumlarda ve bir şekilde nevroza karşıt bir tarzda) suçluluk temaları altında toplanan sistematik bir örüntü, adeta dili andıran bir yapı oluşturduğunu ve en önemlisi bu örüntünün öznenin yaşamında belirleyici bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan da psikanalitik anlamıyla bilinçdışı, bir dürtü, bir gelişim ve bir karakter kuramı çerçevesinde değer kazanan bir varsayımdır.
Nevroz kuramında nevrotik semptom, bir “metafor” gibi, özellikle dürtü bağlantılı düşünülmeyen düşünceye, burada nevroz söz konusu olduğuna göre, “başarısız” bir tarzda ikame edilmiş ve en rahat gözlenebilir örneğini takıntılı düşünce nevrozunda bulan bir düşünce ya da bunun bir şekilde eyleme geçmiş biçimi oluyor.
Bu modelin nevrozdan daha ağır durumlarda (mesela skizoid, sınır, histeroid, narsistik, paranoid durumlarda) yol açacağı ağır ruhi çöküntü ile yüzleş- memek için geniş anlamıyla suçluluk temaları karşısında özel bir tahammülsüzlük sebebiyle, kimi kez “terbiye” ile kışkırtılmış şiddetli isyan, yadsıma, çeşitli biçimlerde dışa “yansıtma” ve karşı eyleme geçme ile kendini belli eden özel bir içerik kazandığını düşünüyorum. Bu cümledeki “geniş anlamıyla suçluluk temaları” anlatımını da biraz açmak gerek. Söz konu-su olan düşük “kendine saygı” ve “güven duygusunu aşağıdaki her koşulda içermek üzere utanç, küçük düşme, sevgi ve beğeniyi kaybetme korkusu, cezalandırılma, öç alınma korkuları ve arzuları, pişmanlık ve kelimenin dar anlamıyla suçluluk duygularıdır. Bu son notu, özellikle suçluluğun Oidipus öncesi bileşenlerine işaret etmek bakımından önemsiyorum. Böyle bir genel çerçevede Lacan’ın elinizdeki yazısı “kastrasyon karmaşasfnın narsistik yönüne işaret etmesi bakımından tartışmaya değer bir vurgu kazanıyor. Çeşitli güçlükleri olan bu yazıyı anlamak için, öncelikle burada sadece belli bir yorum verdiğimizi kaydederek, bu yazıda adı geçmeyen “ayna evresi” kavramına ve bu kavramın içeriklerinden biri olan arzunun Öteki’nden dolayımlanan doğası konusuna göz atmayı öneriyorum.
Lacan’cı analitik fenomonolojide özne arzulanma- yı arzular; öznenin arzusu Öteki’nin arzusunun arzusudur, demiştik. Bu edilgen olma etkinliği dilde; bu yabancı ortamda anlatımını bulan “talep”te öznenin üzerine tekrar geri döndüğünde, özne kendini hiç beklemedik şekilde arzulayan konumunda bulur. Anne ile ilksel ilişkide Öteki’nin fallus’tan yoksun olduğunun bulgulanması (ki bu bulgulama da aslında fai- lusa sahip olanın Baba olduğunu göstermesi bakımından kastratör bir rol oynar), Anne’nin arzusunu fallus yoksunluğuna bağladığında çocuk, kız olsun erkek olsun fallusu olmayı arzular. Bu durumda fallus artık Öteki’nin arzusunun imleyeni durumuna yükselmiştir. Arzu, “yüzük kimde oyunu”ndaki gibi imleyeni ile birlikte dolaşıma girdiğinde, anneyle kurulan karşıt eğilimlerle yüklü ilişkinin “zorlayıcı tekrarı” kabilinden türevi olan bir “iktidar” sorunsalını da başlatır ve nevrotik aşkı bir “erotik saldırganlık” ilişkisine dönüştürür. Lacan’a göre kadında cinsel gerek sinim ve arzunun, arzunun imleyeni olarak fallus üzerinde toplanması beklenir. Erkekte ise cinsel gereksinim, tatminini kadın bedeninde bulurken, arzu daima fallik nesneye metaforik bir tarzda ikame edilen bakire ile fahişe arasında kutuplaşarak “öteki kadın” söylencesinde dağılır gider. Lacan bu sadakatsizlik eğiliminin erkek cinselliği için kurucu olsa da özel olmadığına işaret eder. Nihayet kadın için de er-kek sadece penise sahiptir; fallus değildir.
Bu imgesel tondan biraz daha geri gidersek, şu simgesel durumla karşılaşırız: kadın olsun erkek olsun insan “eksik”tir, “kastre”dir; yani narsistik açıdan yaralıdır. Çünkü kadın olsun erkek olsun fark etmez, insan Öteki’nin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Nitekim fallus penis biçimiyle erkeğin “sahip olduğu” bir şey olmakla beraber, fallus olamamanın narsistik acısını en çok yaşantılayan yine erkektir. Bu bakımdan Narcissus söylencesinin bir erkeği ko-nu alması ilginçtir.
Öyleyse “Öteki’nin arzusu” klasik olarak, mesela “ilksel ben ideali” denebilecek bir biçim kazanarak özneye içselleşmiş demektir. “Ben ideali” de daima utanç ile eşleşir. Çünkü ben daima idealinden, Lacan’ın deyimiyle “eksik” (kastre) bir şeydir. Yani insan Öteki’nin (burada annenin) arzusunu karşılayamaz.
Lacan’ın bu yazısında belirttiği gibi temel “eksiğin” Oidipus’ta alacağı ton -ki fallus imleyeni de buradan gelir zaten- elbette “Baba’nın Yasasf’na (en- sest yasağı yasasına) tabi olacaktır, ama özü itibariyle daha derine, Oidipus öncesine uzanır. Aşağıda açıklayacağım gerekçeler ile “özne”nin, “ideali”ne göre eksik olmasını bilinçdışında fallus imleyeni ile anlatmasını sağlayan şey, yani “eksiğin” cinsel bir ton kazanmasını sağlayan şey, “eksiğin” kendisinin değil ama Oidipus girişinde aldığı yorum gereği damgalandığı imleyenini annenin* “eksiğinde” bulmasıdır Cinselliğe adanmış organı henüz cinsellik statülü kazanmamış olan çocuk, annenin fallus eksiğini o’nun arzusuna bağladığında kendi yetersizliğini, “eksiğini”, onu Babaya götüren annenin arzusu nedeniyle cinsel bir yeterşiifR olarak deneyimler.
Öyleyse “ben ideali”nin en ilkel biçiminin nasıl cinsel bir imleyen (fallus) ile eşleştiğini daha açık görmek için önce Annie Reich’ın analitik açıdan incelediği klinik bir olguya, sonra bu olgunun ortaya koyacağı bilmecenin açıklamasını da vermek üzere “anal dönem”i “fallik dönem”e bağlayan gelişimin mantığına bakalım:
Daniel K. kayda değer bir başarıyla birbiri ardına kitaplar yazan iyi bir yazardı. Fakat kendisini bununla tatmin olmuş hissetmiyordu. Yaptığı hiçbir şey, olmasını istediği kadar büyük değildi. Raftaki kitaplarını saydığında, bir süre için kendine güveni geri geliyordu: “İşte, yedi kitap yazdım, altı kitap derledim, başkalarının yayınlarında yer alan yirmi üç makalem var, benden şu kadar alıntı yapıldı.” Rafta Bay K.’dan iki buçuk feet var”. Bu küçük oyunun fallik anlamı açıktı. Kendini fallusun yalnızca orada olduğuna değil, olağanüstü boyutta olduğuna da inandırmalıydı.
Daniel’in hayatı geniş ölçüde bu tür davranışlardan oluşuyordu; kafası daima, kendisini büyük ve önemli hissetmesini sağlayacak şeylerle meşguldü. Sayısız kamusal ve kültürel etkinlikte aktif rol oynuyordu ve çevresinde bir önder konumu elde etmişti. Fakat ne bunlar, ne çok sayıdaki yazınsal ürünü, ne de aşk yaşamındaki başarıları onu mutlu kılmaya yetiyordu. Hatırı sayılır ölçüde yetenekli, iyi eğitilmiş, parlak fikirleri olan biriydi. Fakat yazdıkları çoğu kez özensiz ve yüzeyseldi, çabucak yazıp bitirmeye yöneldiğinden, yeteneklerinin çok daha altındaydı. Daha fazla bilmesine rağmen, sonucu alana kadar sabredemiyor, gerilim ve sıkıntıya dayanamıyordu. Yapıtları ile ilgili olarak yeteneğe olduğu kadar içsel bir kalite ölçüsüne de sahipti, fakat gizilgüçlerini gerçekleştirmek için gerekli öz disiplinden yoksundu. Başarının ödülünü hemen almalıydı. Bu gereksinim öylesine ağır basıyordu ki, bunu denetlemeyi pek başara- mıyordu. Ayrıca alıngandı; ufacık bir kışkırtmayla sal-dırıya geçebiliyordu. Daima VE saldırı ve tehlike bekliyor, sürekli hayran olunma gereksiniminde düş kırıklığına uğradığını hissettiğinde öfke ve öç alma fante- zileriyle karşılık veriyordu.
Açıkça, Daniel kendi kendisiyle fazlaca meşgul dü. Nesne ilişkileri zayıftı ve baskı altında daha da za-yıflıyordu. Asıl amacı, kendine saygısını artırmak ve sürekli erkeksi etkinlikler sayesinde altta yatan edilgenlik tehlikesini savuşturmaktı.
Kendini ona göre değerlendirdiği narsistik amaç en açık şekilde ergenlik dönemindeki fantezilerinde ortaya çıkıyordu. Kendini önce New York belediye başkanı, ardından Birleşik Devletler başkanı, nihayet dünyanın başkanı olarak gördükten sonra, birden şu acı veren soruda durmak zorunda kalıyordu: “Peki, sonra ne?” Daha sonra, çağın en önemli dahisi olmayı arzulamıştı. Elbette gerçeklikteki hiçbir başarı böylesi sınırsız iç istemleri karşılayamazdı ve bu hayali amaçlara ulaşmaya çalışırken daha olgun üst– ben istemlerini kurban etmesi gerektiğinden bu tatminsizlik giderek daha da yoğunlaşmıştı.
Bu dipsiz büyüklük gereksinimi açıkça bir telefi etme savaşımıdır. Dünyanın başkanı olmalıydı, iki buçuk feet uzunluğunda simgesel bir fallusa sahip olmalıydı, çünkü dayanılmaz kastrasyon korkularının etkisi altındaydı.9
Bu vaka bize idealin kastrasyon ile ilişkisine işaret ettiği için önemli. Ama Annie Reich’ın kastrasyon ile kastettiği şey ile, yani klasik “kastrasyon korkuları” ile bu sonuca gitmek güç.
Olgu bize doğru yolu gösterecek. Kanımca gerçekten de kastrasyon karmaşası ile ele alınması gereken bu olguda, “kastrasyon korkulan” bağlamında yapılacak sistematik bir yorum çalışması, öznenin fe- nomonolojisindetam hedefini bulmayacaktır. Kuşkusuz kastrasyon karmaşası klinikte çok değişik biçimlerde kendini gösterebilir. Ancak karşılaştırma yapmamızı sağlayacak bir örnek vermemiz gerekirse, burada söz konusu olan, örneğin şiddetli cezalandırılma (kastrasyon) korkuları ile baş edip, bunları bastırmak için sürekli heyecan arayışı içinde risk alan bir “acting out” tipi değildir. Karşımızda kastrasyon tehdidi altında bir özne yok. Öznenin tüm yaşamını açıklayan bir tek formülle anlatmak gerekirse, bir türlü “sahip olduğu” şey “olamayan” bir özne var, yani simgesel anlamda kastre (eksik) bir özne var. Jani- neChasseguet-Smirgel’in10 deyişiyle konuşmak gerekirse, bu olguda eksik fallusu telafi 総合広告代理店 etmek için bir “sahte fallus” arayışı söz konusu.
İdealin hastalığının narsistik yönünü sunan bu trajik varoluşsal durumun nasıl olup da bir kastrasyon, bir fallus tema’sı aldığını açıklamak için bu olguya mantığını veren gelişine bakalım.
Psikolojik gelişimin bizi ancak kliniğe yansıdığı için ve yansıdığı ölçüde ilgilendirdiğini kaydederek, çok ayrı bakış açılarını ve çeşitli gözlemleri bir araya getirip kaba bir özet verdiğimizi belirterek, insan kişiliğinin oluşmasının üç aşamada gerçekleştiğini söyleyebilirim: O ile 6-8 ay arasına yayılan birinci dönem; uç örnekleri de düşünürsek 3,5 yaşa kadar uzayabilen bir ikinci dönem; ve yaklaşık 6 yaşa ka dar uzayabilen bir üçüncü dönem. Mahler’11in “normal otizm” ve “sembiyoz” aşamalarını kapsayan birinci dönem, eksik bir biçimde Freud’un “oral dönemine denk düşer. Kohut’un “benlik çekirdekleri”, Lacan’ın “parçalanmış beden” şeklinde ruhsal ve bedensel eşgüdüm yoksunluğu bakımından ele aldıkları bu dönem, delilik durumlarında sezilen önemine rağmen, henüz maalesef klinik olarak yeterince aydınlatılmamıştır.
İkinci dönem, kabaca Freud’un “anal dönemi”, Mahler’in (anneden) “ayrışma-bireyleşme” sürecinin önemli bir bölümünü (özellikle altı çizilecek nokta “yeniden yakınlaşma krizi”ni), Lacan’ın “ayna evresi” ve “ikili ilişki dönemi” adını verdiği Oidipus öncesini, Kohut’un “muhteşem kendi” (grandiose self) ya da “ayna kendi-nesnesi” (mirror self-object) kavramları ile söz ettiği dönemi içine alır. Kernberg bu dönemin özgün niteliği olarak ambivalans karşısında aktif olarak kullanılan “yarılma”nın altını çizer. Pek çok bakımdan ayrı biçimlerde ele alınabilecek bu dönemi, fallus ile ilişkisini göstermesi bakımından bir anahtar teşkil eden “utanç’tan hareketle göreceğiz.
Üçüncü dönem ise Mahler’in “ayrılma-bireyleşme” sürecinin bir alt bölümü olarak ele aldığı “libidi- nal nesne sürekliliği” dönemidir ve Freud bu aşamada, yani kişilik oluşumunun zirvesinde öncelikle “libidonun genital ilgilerini kazandığı” fallik dönemde önemle üzerinde durduğu Oidipus karmaşasına işaret ederken, belki daha yüzyıllarca yolumuzu aydınlatacak önemli bir bilimsel t»ulguyu ortaya koymaktan başka bir şey yapmamıştı.
Eğer pek çok bakış açısını, bunların özgün yönlerini kaybetmek pahasına bir araya getirip özetlemeye kalkarsak, ikinci dönemi üçüncüsüne, yani fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede fallus imleyeni- ne denk düşen organın (penis ya da klitorisin) bir “eksik” ve bir “utanç” ile eşleştiğini görürüz. İkinci dönem, kadiri mutlaklık iddiaları ve Öteki’ne muhtaç olma çelişkisi, Öteki ile girişilen iktidar savaşımı, isyan ve boyun eğme, bağımlılık düzeyinde sevgi ve nefretin biraradalığı, inatlaşma, zıtlaşma ile özelleşir. Henüz Oidipus döneminin erdemlerini kazanmamış olan çocukta “yapısal kuranY’da “üstben” adı verilen yapılaşmanın imleri, pişmanlık, suçluluk duygusu, cezalandırılma korkusu ve isteği gelişmemiştir. Bu dönemin, yine yapısal kuramın diliyle konuşmak gerekirse, nihai biçimini almış “üstben”e aktaracağı “üstben çekirdeği”, Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkusu ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler dönemin ayırt edici niteliği olarak, özellikle “beden-ben” ile eşleşmiştir. Eğer idrar ve dışkı fonksiyonlarını denetleyen sfinkterlerin denetimini de “beden-ben”e bağlarsak, Freud’un bu döneme, özellikle klasik nevrozlarla ilgilendiğinden kendini libidonun gelişimi ile sınırlayıp “anal dönem” adı nı vermek gibi bir seçim yapmasının ve Ferenczi’nin de bu aşamada içeriğini kazanan “ilksel üstben öncü- lü”ne, anne (erişkin öteki) ile çatışma özellikle tuvalet terbiyesi çerçevesinde geçtiğinden, “sfinkter ahlakı” adını vermeyi yeğlemesinin nedenini daha kolay sezebiliriz.
Burada bedeninden utanmanın çağrıştırdığı bütün ağırlıkları da içerecek şekilde “beden-ben” ve “u- tanç”, bizi fallik dönemin başlangıcındaki narsislik ör- selenmeye götürecek kavramlar olarak ön plana çıkıyor.
Lacan, fallik dönem öncesi ikinci dönemi, birbirinden ayrı yüklemler ile kullandığı (anne ile) “ikili ilişki” dönemi ve “ayna evresi” kavramlarıyla niteler. “İkili ilişki”, Oidipal “üçlü ilişki”nin “0”nun (Baba’nın) yapı- laştırıcı gücü sayesinde “ben” ve “sen” kavramlarının (“shifter”\ar\run) birbirine göreli net konumlarını kazanmasından önceki dönemdir ve “ben” ile “Öteki”- nin ayrı rollerinin kabul edilmediği çatışmalı ilişkiye işaret eder. Oysa bu dönem içinde ayrıcalıklı bir statüsü olan ve yaklaşık 6-8 aylık bebekte ilk belirtileri gözlenen “ayna evresi”, kabaca Mahler’in “ayrılma– bireyleşme” döneminin ilk aşaması olan “ayrımlaşma” alt dönemine karşılık olur, işte bu aşamada anneden ikinci kez, fakat bu sefer “psikolojik olarak doğan”, yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin ayna karşısında “kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi”ne dikkat çeker La- can. Bu kuşkusuz “oluş”un “beden -ben”de bedenle- şen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen sevincidir. Bu beklenti her şeyden önce bu yeni varoluşun canlılığının doğrulanması beklentisidir ve karşılandığında bu anlamda kaydedilecektir.
Bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı “beden” bütünlüğünü Öteki’nin bedeninden dolayımlanarak önceden üstlenmesini sağlamak gibi bir öneme de sahip olan “ayna evresi”, temel olarak “olmak” kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlamlıdır. Kohut’un diliyle konuşmak gerekirse “kadiri mutlak, teşhirci muhteşem kendi” ile “Öteki’nin arzusunu arzulayan” (Lacan) çocuk bura-da ilk narsistik örselenmelerine açılır. Artık bu narsistik örselenmenin işaretini kazanacağı ve Oidipal sim- geselliğe ulaşacağı fallik gelişimin mantığına geliyoruz. Yani “olmak” sorunsalının narsistik örselenmesi- nin kendine yabancılaşmış işaretini bulacağı (pe- nis’e) “sahip olmak” (ya da sahip olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.
Öteki’nin arzusunu arzulayan özne fallik ilgilerini kazanıp dildeki becerilerini geliştirdiğinde Öteki’nin (annenin) arzusunun, annenin kendi penis eksikliği ile ilişkilendirdiği bir tarzda babaya tabi olduğunu keşfeder. (Burada bir kez daha vurgulayalım: annenin fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi bakımından önemlidir.) O halde Öteki’nin arzusu burada dolayımlandırıcı bir rol oynayarak çocuğa Baba’yı göstermiş olur. Üstelik Baba da bu noktada edilgen değildir; çünkü Baba, her ne kadar sözü ancak anne tarafından tanındığı ölçüde yasa statüsü kazanıyorsa da, ilk bakışta yalın ama ayrıntıda her türlü üçüncüyü dışta bırakan anne ile ikili ilişkinin yasağı olması bakımından derin felsefi çağrışımları olan “ensest yasağı’nın yasasfnın temsilcisidir.
İşte bu noktada kız olsun erkek olsun insan yavrusu derinden sarsılır. Baba’nın fallusu karşısında sahip olduğu şey, sahip olmadığından daha değerli değildir. Çünkü “beden-ben”in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber -henüz- cinsel bir erk taşımaz. “Beden-ben”in bu “eksiği” utanç kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece “olmak”taki eksiğini, fallus imleyeni ile işaretler. Burada dikkatimizi çekmesi gereken nokta “olmak’taki “eksiğin”, “olmak” kavramının çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle bir “sahip ol-mak” sorunsalına bağlanırken cinsel bir boyut, cinsel bir simge, bir imleyen ile damgalanmasıdır. Lacan’ın “simgesel kastrasyon” terimiyle anlatmak istediği sürecin bir boyutu da budur.
Böyle bir işaretleme sürecinde açığa çıkan utanç (“eksik’lik duygusu, baştan yeniklik), daha sonra Baba’nın elinde ona kalkan sopanın fallus niteliği almasını, yani çocuğu Baba karşısında “başı öne eğik” ve suçlu kılmayı sağlayan en önemli nedendir. İşte bundan ötürü anneninkinden farklı olarak Baba’nın toka- dı utanç yüklüdür. Kısaca, bir formül olarak, “yasa” karşısında suçluluk duygusunu gözlediğimiz her yerde daima “kendine saygı ve güven”in azaldığını da gözleriz.
Lacan’ın deyişiyle bu “simgesel” kastrasyon, Oidipus döneminde kız çocukta, birinin operasyonuyla kaybettiğini düşlediği penise karşı haset, erkek çocukta ise kastrasyon yoluyla cezalandırılma korkusu şeklinde bildiğimiz Freudcu “imgesel” kastrasyon tonlarını kazanacaktır. Demek ki Lacan bu “imgesel” kastrasyona “simgesel” anlamını veren temel bir yapıya geri gidiyor. Bu durum klasik nevrozlarda bile temel narsistik dengenin (benlik saygısı düzenlenmesinin) bozuk olduğunu ileri süren Kohut ile ilginç bir yakınlaşma noktasına daha işaret ediyor.
Daha klasik ve yapısal terimlerle, kabaca “ilksel ben ideali” diyebileceğimiz bir oluşumu “cinsel kimlik” ile eşleyen narsistik bir kastrasyon söz konusu burada. Nitekim Lacan daha yazısının başında kas- trasyonu “cinsel kimlik” sorunsalına bağlayarak ele alırken kastrasyon karmaşasının yalın kavranışları- nın ötesinde bir tondan konuştuğuna işaret ediyor. Zaten klinik pratikte narsistik durumla karşılaştığımız her zaman, ama öncelikle narsistik dengeyi kurmak için “yüceltilmiş” yollar tıkandığında, cinselliğin çeşitli tarzlarının cinsel gereksinimin hazzından öte bir “kendine saygı” sağlama aracı olarak da kullanılması olgusuyla karşılaşırız. Bu olgular yeterince incelendiğinde, cinselliğin aldığı tonlar genellikle “eksik”in (kastrasyonun) narsistik yarasının mal olduğu düşük “kendine saygf’ya karşı cinsel yönden aşırı bir “savunma” düzeneği gibi görülürler. Nitekim öyle gözüküyor ki, tamamen farklı bir kuramsal çerçevede Kohut “yüceltme”ye yaklaşan si? “telafi edici yapılar”dan ayırdığı “savunucu yapılar” anlayışı ile bu ilginç mekanizmaya bir başka açıdan (ama Lacan’ın Freud’cu vurgusunu yumuşatarak) yaklaşmış oluyor.
Şimdi, Lacan’a göre fallik evrenin girişinde dilde eklemlenememek yüzünden “kökensel bastırma”ya (Urverdrângung) maruz kalan deneyimin, bastırıcı karşıt yatırım gücünü fallus imleyeninde bulması konusuna yaklaşıyoruz.
Sadece gelişimsel açıdan dile egemen oima ile zamandaşlığından değil, Freud’un Urverdrângung adını verdiği mitik ve her türlü analizde ulaşılması olanaksız olan, asla bilinçte yer almamış, yani Lacan’ın kavrayışıyla dil öncesi olduğundan dilde simgeleşmeden kalmış deneyim, dil tarafından örtüldü- ğünden ve bu deneyime dil cephesinde yabancılaşmış olarak denk düşen karşıt yatırımın yüklendiği bastırıcı imleyen Öteki’nin arzusunun dolayımlandırı- cı gücünün imleyeni fallus olduğundan, fallus “kökensel bastırma”nın imleyenidir. O halde bu durum-da tüm dilin imleyen işlevinin öznede meydana getirdiği temel yabancılaştırıcı etkilerin, yani “arzu”nun “talep’^ indirgenemezliğinin de imleyenidir. İşte kısaca “Fallus’un Anlamı” budur. Bu durumda, adeta garip bir Heidegger vurgusuyla “olmak”, Öteki ile ilişkinin yabancılaştırıcı gücü sayesinde bir şey olmak dolayı- mından geçip simgesel düzeyde dile gelen cinslerin her birinin kendine özgü taleplerinde adeta bir piyasa kuralına göre yabancılaşıp “sahip olmak” biçimini alırken, insan arzunun asla tatmin edilemez karakterinizde sergiler. İşte bu nedenle özne ne zaman özenip bütün gerçek ya da özellikle imgesel taleplerini alt alta yazıp toplamaya kalksa, sonuçta bir sıfırla, bir boşluk çöküntüsüyle karşılaşır. O zaman, yani bir adım sonra, haddini bilip de kaderini herhangi bir “talep”de’haddini bilmez bir tarzda dengelemeye kalkışırken, zaten “olmak” koşulunda çizilmiş insan soyu olma sorumluluğunun kendine düşen payını kararlılıkla üstlenmeye yeltenmek gibi olanaksız bir çaba içinde olduğunu gülümseyerek keşfeder. Herhangi bir analitik tedaviden, eğer bir şekilde sonuçlandırılması olanaklı olsaydı, daha fazlası beklenemezdi zaten.
Bu da bize, bu eksik (gelişimini tamamlamadan ve muhtaç doğmuş, aç, kastre, ölümlü) varlığın Öteki (bu aşamada artık meme, Anne, penis, Baba, eş, çocuk, yaşam, dünya, Varlık) karşısında Melanie Klein’ın işaret ettiği iki temel durumu dengeleyebilmek- te de ne kadar eksik olduğunu gösteriyor: “Hasefi ve “Şükran”ı kastediyorum.
Saffet Murat Tura
Notlar
1. Tura, S.M.: Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınevi: İs-tanbul 1989.
2. J. Lacan: “Le stade du miroir comme formateur de la foncti- on du Je”, Ecrits, Editions du Seuil: Paris 1970; “Özne Ben iş-levinin Kurucusu Olarak Ayna Evresi” (çeviren: Nilüfer Ku- yaş), Yazko Felsefe Yazıları, 1. kitap.
3. Kohut, H.: The Restoration ofthe Self, International Universiti- es Press 1990.
4. J. Goldberg: La Culpabilite, PUF: Paris 1985.
5. S. Freud: Metapsychologie, Gallimard: Paris 1978.
6. J. Lacan: D’une question preliminaire a tout traitement pos- sible de la psychose: “Ecrits”, Editions du Seuil: Paris 1970.
7. O.F. Kernberg: Object Relations Theory and Clinical Psycho- analysis, Northvale: New Jersey 1990.
8. O.F. Kernberg: Severe Personality Disorders: Psychotherape- utic Strategies, Yale University Press 1984.
9. A. Reich: “Pathological Forms of Self-Esteem Regula- tion, “Psychoanalytic Study of the Child”, 15. cilt, International Universities Press, ss. 205-32.
10. J. Chasseguet- Smirgel: L’ldeal du moi, essai sur la mala- die d’idealite, Tchou: Paris 1975.
11. M.S. Mahler, F. Pine, A. Bergman: The Psychological Birth of the Human Infant, Basic Books: New York 1975.