TOTEM VE YABANCI

DR. SAFFET MURAT TURA

DOGU BATI DÜŞÜNCE DERGİSİ I YIL:14 I SAYI:56 I ŞUBAT, MART, NİSAN 2011 I ISSN: 1303-7242

TOTEM VE YABANCI
Saffet Murat Tura

Sigmund Freud’un Totem ve Tabu adlı çalışmasından yola çıkarsak, tasa- rımsal ilksel kabilede kadınları tekelinde tutan tiran babanın erkek kar- deşlerce katlinin “totemik yasayı” Lacancı bir deyimle “Baba’nm Yasası” olarak tam da o zaman kutsal bir tabuyla birlikte yerleştirdiğini görürüz. Aynı yasaya tâbi kardeşler, artık totem statüsüne yükselen “fallus” ola¬mazlar. Ama yasa koyucu, erkek kardeşler cemaatinin fallik iktidarını, gücünü insanların büyüsel imgeleminde totemik atadan alarak birey üs¬tünde yükselmiştir bile.

Elbette bu Freudcu kurgunun insan türünün biyolojik gelişiminde ger¬çek bir evreye denk düştüğünü düşünmüyoruz. Bununla beraber kurgu, insana ilişkin bugün de geçerli gerçek bir durumu imgesel bir düzeyde hatırlatması bakımından gene de anlamlıdır. Şüphesiz tiran olma yolun¬daki Julius Ceasar’m Romalı soylularca öldürülmesi öyküsünü çağrıştıran bu kurgusal durum, insanoğlunun yasanın meşruiyetini niçin bir kutsal yasa koyucu ataya, toteme, “fallus”a, dayandırmak ihtiyacında olduğunu sorgulamamızı gerektirecektir. Bu imgesel yasa koyucu atanın kutsal ya- ratıcı-dölleyici “fallik” gücünün maskesi düştüğünde yasa da tüm ikna edici gücünü yitirip niçin nihilistik anomiye yol açar? Soru böylece sorul¬duğunda yanıtını da ele verir zaten. Çünkü açıktır ki bu yasa koyucu ata, yani totem aslında toplum üyelerinin, kardeşlerin birey üstündeki cemaat birliğinin “fallik” gücünün temsilinden başka bir şey değildir gerçekte. Nitekim günümüzde bu totemik simgesele tekabül eden simgeler, mesela ulusal bayrak, ulusun üyelerinin millî cemaatinin iktidarını temsil ederken birey üstündeki ezici imgesel gücünü ataların kutsal kanından almaz mı? O zaman demektir ki insanlar bir arada yaşamak için gerekli örgütlenmeyi kutsallaştırmaya, aşkın atasal-fallik bir güce istinat ederek tartışıl¬maz kılmaya zorlanırlar. Demek ki cemaatçi iktidarın meşruiyet ideolojisi söylemlerinin totemik maskesi insan imgeleminde “kendini kandırmaya” hizmet eder.
Peki, ama niçin böyle bir kendini kandırmaya ihtiyaç duyar insanoğlu? Bu durumu da sorgulamamız gerekir. Çünkü dinî ve millî cemaatlerin bir¬liği yabancılaşmış bireyin karşısına zaten yeterince güçlü bir örgütlenmiş kardeşler kalabalığının iktidarı olarak çıkmaz yalnızca. Ataların, gelene¬ğin birleştirici kutsal gücünden kalkan “fallik” bir tüm-haklı pozisyondan konuşur kutsal iktidar söylemi.

Cemaatin bu kutsal iktidarı karşısında anomik yabacmın durumu nedir?

Dostoyevski, “Eğer Tanrı yoksa her şey yapılabilir” derken yasanın meşruiyetinin aşkın bir teminatçısı olması gerektiğini vurgulamıştı zaten. Öte yandan Nietzsche’nin Tanrı’nm ölümünü ilân ederken bir yandan da “onu biz, hepimiz elbirliğiyle öldürdük” de demesi tam da Freud’un kardeşler tarafından babanın katlinin onu “fallus” olarak totem statüsüne yükseltmesi kurgusunu tersten ifade etmiyor mu bir bakıma? Gene o, Tanrı’nın öldüğü dünyada “güç istencinin”, güce tapınmanın ayan beyan görünür olacağını söylerken açıkça toplumsal iktidarın düşen kutsal maskesine işaret etmiş oluyordu şüphesiz. Bu durum da çağdaş totemik “fallik” yasanın aslında toplum üyelerinin Makyavelist güç ve çıkar dengesi¬ne dayanan cemaatinin kutsallaştırılarak maskelenmesinin, yani “fallo-sentrizmin” sebebini açıklar. Cemaatin çıkar birliği ve güç dengesine dayanan toplumsal oyun-gerçekliği, bir kral gibi asla çıplak yani neyse o olarak görülmemelidir. Demek ki, imgesel bir giysi lazım bize. Güç dengesi ve çıkara dayan cemaatin fallosentrik ideolojik kutsanması olmaksızın insanların imgeleminde saymaca ve vahşi bir oyun olmaktan çıkıp ikna edici bir “gerçeklik statüsü kazanması olanaksızdır.

Mutabakata dayanan toplumsal düzen! Açıkça yalan bu. Çünkü biliyo¬ruz ki mutabakat, kutsanarak maskelenen bir güç-iktidar ve çıkar dengesinden başka bir şey değil. Pascal, “Diz çök, inanırsın” demişti. Evet, bel¬ki de tüm sorun diz çökmekte. Ama önünde diz çökünce inanılan kutsal bir güç değil ki. Açıkça görülüyor, cemaatin kutsalla maskelenmiş iktida¬rının ta kendisi bu. Çünkü hiç kimse tek başına inanmaz. İnanma kolektif bir fenomendir. O halde “diz çök, iktidara inanırsın”.
Ama bu cemaat kalabalığının totemik birliği karşısında diz çökmeyen yabancının durumu ne olacak? Bu bağlamda Sokrates’in dinî erdeme sa¬hip Euthyphro ile diyalogu iyi bilinir. Soru sormayı öğretmek suretiyle Atinalı gençlerin ahlâkını bozmaktan yargılanmak üzere olan Sokrates adalete ilişkin doğrunun ne olduğunu da sorgular bu diyalogda. Euthyph- ro’nun yanıtı açıktır: Tanrıların doğru dediği şey doğrudur. Sokrat bilinen yöntemiyle bu sefer de Tanrıların insanlara doğruları, doğru oldukları için mi söylediklerini, yoksa doğruların yalnızca Tanrılar söylediği için mi doğru olduğunu sorgular. Açıktır ki ilk durumda Tanrıların üstündedir doğrular, Tanrılar bunları insanlara bildiren aracılardır yalnızca. İkinci durumdaysa doğrular keyfîdir. Demek ki Tanrılar ya yasa koyucu Tanrı statüsünde değildir, doğrularla insanlar arasında bir aracıdırlar sadece. Ya da doğrular doğru değildir, Tanrıların keyfine kalmıştır; keyfîdir.

Aydınlanmada normların meşruiyetinin artık aşkın bir güvencesi olmadığına göre güç ve çıkar dengelerine dayanan cemaat birliğinin meş¬ruiyetini yalnızca akılcı yurttaşların mutabakata dayalı hukukî sözleşme¬si, mesela Rousseau’nunki kabilinden bir toplumsal sözleşme temellendirecektir bundan böyle. Ama bu mutabakat da yeni bir kutsalda, evrensel akla dayanan doğal hukuk, doğal ahlâkta temellendirebilir meşruiyeti. Burada artık karşımıza yeni bir fallik totem çıkar: kutsal insan.

Bildiğimiz gibi kabilede hukuk, ahlâkla birdir. Dinlerde ve teokrasilerde de sürer bu özdeşlik. Hukukla ahlâkın ayrışması ancak Aydınlanma sonrası modern toplumda gerçekleşmeye başladı. Böylece yasa koyucu¬nun gücünü kutsaldan ya da yasa koyucu kutsal atadan veya gelenekten almadığı meşruiyet demokratik meşruiyet olarak düşünülebilir oldu en azından. Ama artık kutsallaştırılan insandı. İnsanın doğası, özüydü. Normlar kutsal insanda veya akılda temellendiriliyor, böylece güç ve çı¬kar ilişkilerine dayalı cemaat birliği bir kez daha ama bu sefer kutsal-evrensel insan-akılla maskeleniyordu. Erkek egemen kültürün fallik maske¬si olarak bir tür “akıl”, akılcı cemaatin birey üstündeki iktidarının seküler ama aşkın güvencesi oluyordu en ideal durumunda.

Tüm tarih boyunca insanlar güç ve çıkar ilişkilerinin kutsalla maske¬lenmediği saydam bir toplumda ne zaman yaşadılar acaba? 1871 baharında kadın-erkek elli bin işçinin öldürülmesiyle sonlanan trajik Paris Komünü’nde, topu topu iki ay. Acaba? Belli ki bizi bir an için avutan bir romantizm bu da. Üstelik her tür romantizmin bir totemik simge olmaya aday olduğunu da unutmayalım.

Son olarak soralım; cemaati çıplak gören anomik insanın melankolik yabancılığı tedavisi olan bir hastalık mıdır? Yıllar önce Defter dergisinde “Bir Ses Gelseydi Eğer?” adlı yazımda ele almıştım bu soruyu. Çünkü vicdanın otonomi, kalabalıkların cemaatleştirilmiş birliğinin totemik iktidarınınsa heteronomi olduğu doğruysa kutsal yasanın yarattığı vicdan tembelliği şüphesiz bu dünyada yaşamayı kolaylaştırır. Ama vazgeçilebilir bir özgürlük de değildir anomik yabancının sorgulamaya imkân veren otonomisi. Sokrates örneğinin de gösterdiği gibi anomik yabancının otonomisi bedeli ödenmiş özgürlüktür. Öte yandan Zerdüşt de böyle buyurmuştu zaten.

Sorumuza dönelim. Çaresini belki eşit ve özgür kardeşlerin yanılsamasız ve saydam mutabakatına dayanan toplumunda, yani komünizmde bulacak bir yabancılaşma olarak anomi, psikoterapinin konusu olabilir mi peki? Henri Claude Levi-Straus Yapısal Antropoloji’sinde yer alan iki makalesinde, “Le sorcier et sa magie” ve “L’Efficacite symbolique”de ilkel kabilede toplumla bağları zayıflamış (“anomik”) bireylerin şamancı tedavisini modern psikanaliz uygulamalarıyla karşılaştırır. Sanırım burada örtük olan üzerinde düşünmek gerekir.

KAYNAKÇA
Freud, S.; Totem ve Tabu. Milli Eğitim Basımevi. Ankara. 1947. Lacan, J.; Fallus ‘un Anlamı. Çev. Saffet Murat Tura. AFA Yayınları. İstanbul. 1994 Levi-Straus, C.; Le sorcier et sa magie. Anthropologie Structurale.Libraine Plon. Paris. 1958 Levi-Straus, C.; ‘L’Efıcacite symbolique’. Y. a.g.e.
Tura, S. M.; Freud’dan Lacan ‘a Psikanaliz’. 4. basım. Kanat. İstanbul. 2010 Tura, S. M. ‘Bir Ses Gelseydi Eğer’. Şeyh ve Arzu içinde. Metis. İstanbul. 2002. Nietzsche, F.; Böyle Buyurdu Zerdüşt. Çev. Murat Batmankaya. Say Yayıncılık. 2006. Plato; Euthyphro. İng.’ye Çeviren, G. M. A. Grube. Indianapolis. Hacket Publishing Co. 1997