KARTEZYEN İKİLİĞİ AŞMAK

DR. SAFFET MURAT TURA

ÇIKARKEN

Kartezyen İkiliği Aşmak
Saffet Murat Tura

“Non sunt multiplicanda entia praeter necessitatem”.
(Gerekmedikçe nesneleri çoğaltmayın).
Occam’ın usturası.

7.yüzyıl İngiliz hekimi William Harvey kandolaşımı fizyolojisini tamamen fiziksel yasalara göre düzenlenmiş bir tür hidrodinamik mik sistem olarak açıkladığında, yaklaşık dört yüzyıldır içinde debelendiğimiz ciddi bir sorunsalın oluşmasına katkıda bulunduğunun farkında mıydı acaba? Günümüzde esas ilkeleri itibarıyla artık ilköğretim düzeyinde anlatılan bu fizyolojik buluşun, karşılaştığı beklenebilir büyük dirence rağmen, aynı zamanda döneminin büyük dehaları tarafından nasıl içten bir hayranlıkla da karşılandığını, bu dehalar sayesinde giderek günümüz zihniyetinin derin sorunsallarını altan alta nasıl etkilediğini kavramamız zor tabii. Ama bazı buluşlar kendi alanlarını aşar, zihniyetleri de değiştirir. Harvey, canlılığın bugün hala aşılamayan sorgulama tarzı olan bilimsel tıbbın temelini atmamıştı sadece, günümüz zihniyetinin derin ikiliğine giden yolu da açmıştı.

Şüphesiz Harvey’in buluşunu basit bir tıbbi tespit gibi görmek de mümkündü. Ama tarihsel anlamı itibarıyla öyle değildi aslında. Nitekim Descartes buluşun önemini anlayan ilk insanlardan biri oldu. Neydi Harvey’in buluşunu bu denli önemli kılan? O dönemde yıldızların hareketleri, maddenin tabi olduğu kanunlar konusunda çok önemli bazı buluşlar gerçekleştiriliyordu zaten; Harvey’le Kopernikus, Kepler ve Galilei uzaktan bakınca aynı dönemin çocukları gibi görünür. Ama “canlı madde”? Aristo’dan beri çok çok özel bir şeydi canlılık, insanlara ruhani bir olay olarak görünürdü o zamanlar, günümüzde yaşayan pek çok insan için olduğu gibi. Bugün bile sanki şakaymış gibi, bırakın büyük çoğunluğu birçok aydının bile neredeyse dört yüzyıl öncesinde gerçekleşen devrimi kavramamış olduğunu görmek, en azından tuhaf. Halbuki Harvey’in buluşu bir putu kırıyordu. “Canlı madde” diye ayrı ve özel bir şey yoktu. Canlılığı oluşturan maddi yapılar tamamen fiziksel yasalara göre çalışan mekanik sistemlerdi ve bu tezin ilk kanıtı, o güne kadar canlılığın sembolü olan kalbin bir tür pompadan ibaret olduğunun gösterilmesinden ibaretti. Dönemin insanı açısından bakalım: Canlılığımızın kaynağı, ruhumuzun heyecanlanmalarıyla, korkularıyla hızlanan, sıkıntılarıyla ağrıyan, sıkışan, kontrol edemediğimiz ritmiyle can veren ve durduğunda öldüğümüz kalbimiz, canımız yani, ilke olarak basit bir emme-basma tulumbaymış meğer. Peki canlılık ne o zaman? Ruhani olan ne? Yani biz ne’yiz peki? Harvey canlılığı can evinden vurmuştu.

Belki de bu yüzden bilimsel tıbbın doğum yerinde, yani İngiltere’de fizikçilere physicist, hekimlereyse physician derler. İkinci bir yan anlamı daha olsa gerek bu kullanımın; Hekimler insanın fiziksel varlığıyla ilgilenirler; ruhani olansa kilisenin ilgi ve egemenlik alanına girer. Eğer böyleyse ilginç bir işbölümü.

Dehalar birbirini tanır. Birbirinin mesajını alır, yüzyıllar ötesinden, kıtalar ötesinden haberleşirler. Belki de bu nedenle Harvey’in mesajının anlamını ilk anlayandan biri Fransız matematikçi ve filozof Rene Descartes (Latince söylendiğinde Renatius Cartesius) oldu. Çünkü kendisi de kendi köşesinden benzeri fikirler geliştirmeye çalışıyordu. Günümüz sibernetiğinden ve biyofiziğinden yüzyıllar önce canlıları bir tür makine, robot, bir tür “otomat” olarak algıladığını bildiğimiz ilk insan o. Bu tipte algılar sadece soyut bir düşünsel düzeyde kalmaz; dünyaya yeni bir bakma tarzına, yeni ve yabancılaşmış bir görme tarzına da dayanır. Bu bakımdan Kafkaesk bir dünyadır Descartes’ın ki; köpeği köpek değil, bir robot-köpektir mesela. Ya kendisi?

Bilimsel tıbbın doğumuyla felsefenin bu ilk ciddi buluşması sonuç olarak ruhani olanı başka bir organa taşımış oldu: kalpten beyne. Gerçi artık ruhani olan maddi bedeni, hatta uzamı tamamen terk etmişti, ama beynin küçük bir bölümünde, epifiz bezinde maddi varlıkla etkileşip bedeni kontrol etmeye başladı ruh. Descartes’ın, beynin epifiz bezinin hangi kimyasal mekanizmalarla çalışan nasıl bir tür “otomat parçası” olduğunu bilseydi nasıl düşüneceğini tahmin etmek zor. Mistisizm “kral yolu” olmayan bir yolcuk gibi gözükürdü ona da herhalde.

Descartes kendini de bir tür makine, bir otomat olarak görmeye hazırdı herhalde. Kafka’nın Dönüşüm’ünde bir sabah uyanıp kendini bir böcek olarak bulan Samsa’nın bu yabancılaşması gibi, bir sabah uyandığında kendinin doğal bir robot olduğunu anlamak, hakikat tutkunu bilginin gerçeği görmek için dünyaya tahammül edemeyeceği kadar farklı bir gözle bakmasını gerektiren bir deneyim oluşturmazdı herhalde. Hakikatle yapılan anlaşma gereği, onun yüzlerinden birini olsun görmek isteyenler sonuçlarını da baştan kabullenirler zaten; hakikat vaadettiğini verdiğinde, aldığının önemi kalmaz. Elbette Descartes da hakikat karşılığında ruhunu vermeye hazırdı; öyle olmalı.

Ama onu, kendini bir robot gibi algılamaktan alıkoyan bir şey vardı. Her ne kadar bütün büyük bilginler gibi içine kapanmaya, inzivaya çekilmeye, toplumsallıktan kaçınmaya, okumaya ve tefekküre büyük bir ihtiyacı ve yatkınlığı varsa da, onu renksiz ve köhne odasındaki kitapları arasında, dünyayı sadece bunlarla bilen eski tip karanlık bir üniversite hocası olarak hayal etmek büyük bir hata olurdu. Bir subaydı Descartes; gençliğinde kılıç kullanma sanatı üzerine bir kitap bile yazmıştı. Paris sosyete çevrelerinden bazı gönül hikayeleri olduğu söylenir. Matematik ve felsefedeki büyük buluşlarını karargahlarda, savaş meydanlarında yapmıştı.

Tabii ki fırsat buldukça kalabalıklardan kaçardı, bazen yerini yalnızca bir yakın dostunun bildiği inzivalara çekilirdi. Sessizliğe ihtiyacı vardı, çünkü deha yoğunlaşmadır, dikkattir. Savaşları, ölümleri, katliamları, emirleri, insanların iktidar ve para oyunlarını nasıl yabancılaşmış gözlerle izlediğini tahmin edebiliriz belki. İkili bir hayatı vardı herhalde; hem insanların dünyasında yaşardı, hem başka, yabancı bir yerde. Ya da insanların dünyasında bir yabancıydı diyelim. Biraz sarksa da, acemice de olsa gene de iyi rol yapmaya çalışan bir yabancı. Hatta onun temel ilkesi “düşünüyorum, o halde varım”a bir savaş sırasında yoğun kış koşulları nedeniyle sığındığı bir köy evinde, sobanın karşısında dalgın, derin düşüncelere dalarak geçirdiği üç gü-nün sonunda ulaştığı söylenir. İlke olarak bu ilkeye ulaşmak yöntemsel bir şüpheye dayanır; bildiği herşeyden, hatta varlığın varlığından bile şüphe etmeye. Savaş gibi sert bir gerçeğin içinde yaşarken aslında herşeyin bir düşten ibaret olup olmadığını sorgulayan bir subay kolay kolay bulunmaz herhalde. Bu nedenle doğal bir robot olduğuna ikna olsaydı bu gerçekle yüzleşmekten kaçınmazdı, diyorum. Ama bulduğu ilke böyle düşünmesini engelliyordu; “düşünüyordu”. Peki ama neden doğal bir robot olduğunun tersine bir kanıttı bu ilke?

Dediğim gibi, hayatı bilmeyen bir insan değildi Descartes. Dönemin doğayı naifçe ama dikkatle inceleyen bütün bilginleri gibi bir subay olarak o da atların nasıl tutkuyla çiftleştiklerini, dönemin sadık silah arkadaşı köpeklerin insana benzer duygulara sahipmiş gibi nasıl da insanın taa gözünün içine bakıp sonra bakışlarını kaçırdıklarını, kedilerin yavrularını sanki sevgi gibi bir duyguya sahipmiş gibi nasıl yaladığını ya da avlarını kandırmak için nasıl sinsice planlar yaptığını derin derin gözlemiş olmalı. Ama bütün bunlar hayvanların doğal bir makine, bir tür robot, “otomat” olmadığına ikna edemiyordu onu. Bildiğimiz kadarıyla refleksleri ve içgüdüsel davranışları naifçe ama çok iyi incelemişti. En önemlisi, Harvey’den işareti almıştı. Peki ama kendisi ve diğer insanlar niçin biraz daha gelişmiş robotlar olmasınlar?

Hayır, değildiler. En azından kendinin bir robot olmadığından emindi Descartes. Bedeni bir robottu kuşkusuz; ama kendisi, yani “ben” derken doğrudan algıladığı, açık-seçik bir gerçek olarak kastettiği şey maddi bedeni değildi; düşünceydi. Temel ilkesine ulaşırken kullandığı yöntemsel şüphe her türlü peşin hükümden, bedenini de içine alan bir dış gerçekliğin varlığından bile şüphe ederek açık ve seçik bir hakikate ulaşmaya dayanıyordu; artık şüphe edemeyeceği kadar, yani matematik kadar yalın, açık ve seçik bir hakikate. Her şey bir düşten ibaret olabilirdi mesela. Bunun aksini kanıtlayamazdı kendine. Ama düş de olsa bir tip düşünce (yani bilinçli zihin edimi) olarak vardı; iç yaşantılaması kendine açık ve seçik bir gerçeklik olarak doğrudan verilmişti işte. Onun, eleştirmeni çağdaşı filozof Gassendi’ye verdiği harika yanıt, bilincin kendine doğrudan ve açık-seçik verilmişliğinin, varoluşunun tartışamayacağı tek kanıtı olduğunu bütün netliğiyle gösterir. Her şey belkiliydi, tetikti (yani tez niteliğindeydi), herşeyden şüphe edebilirdi, ama bir düşünce olarak, yani bilinçli bir zihin edimi olarak varlığından şüphe edemezdi Descartes. Bu kartezyen hareket noktaları yirminci yüzyılın başlarında Edmund Husserl’in, bilincin kendine dolaysız ve doğrudan verilmiş kendi fenomenal içeriğini incelemesi esasına dayanan fenomenolojik yönteminde esas ifadesini bulacaktı. Husserl açısından bakarsak, bulduğu ilkenin eleştirili felsefe bakımından gereklerini yerine getirerek fenomenolojiyi geliştireceğine, naif bir doğa felsefesine saplanmıştı Des-cartes. Sanırım eleştirili felsefe bakımından doğrudur bu tespit: Descartes eleştirili felsefenin kapısını açmış, ama girmemiştir bu kapıdan.

Gerçekten de aslında tam anlamıyla filozofça felsefe yapmıyordu Descaıtes. Belki onu pek de ilgilendirmiyordu bu, çünkü felsefe yapmaya değil, nasıl ve hangi yol veya yöntemle olursa olsun varlığa ilişkin hakikati anlamaya çalışıyordu. Belki bazı bakımlardan günümüz kuantum mekaniği de naif bir felsefe gibi; yani bazı kuantum mekanikçilerinin dediği gibi “deneysel bir felsefe” olarak yorumlanabilir. Yani özünde yanlış olduğu söylenemez bu yaklaşımın, ama tuzaklarla doludur; ciddi tuzaklarla. Yine de ister felsefe, ister bilim; onu hakikate götürecek her türlü yönteme açıktı Descartes. Felsefenin bittiği noktayla bilimin başladığı nokta ilgilendirmiyordu onu. Ama onun Rönesans’tan gelen bu harika senkretizmi maalesef bazı hatalar yapmasına da yol açtı. Şöyle oldu; tartışılmaz bir açıklık ve seçiklikle temel ilkesine ulaşan Descartes burada ayrıntısına giremeyeceğimiz hayli tartışma götürür akıl yürütmesiyle (ontolojik kanıtla) Tanrı’nın varılığını da kanıtladığına inandıktan sonra, gene tartışmalı bir varsayımla Tanrı gibi ulu bir varlığın kendisini kandırmayacağını düşünerek gerçek ve maddi bir dış dünyanın varlığını da kabul etti. Böylece dünyada biri diğerine indirgenemez iki varlık kipi, iki tür “töz” ortaya çıkıyordu. Temel niteliği uzamda yer kaplama olan maddi varlık ve yer kaplamayan, temel niteliği düşünce (günümüze daha uygun bir terimle fenomenal bilinç veya iç yaşantı, iç deneyim) olan ikinci bir varlık türü daha. İşte bu kartezyen ikilik, yani evrende iki farklı varlık kipi olduğu tezi, çağımızın hala aşamadığı derin zihniyetini belirler. Şu anlamda derin; dilimiz öylesine yapılaşmıştır ki, spritüalist anlamda bir “ruh”un varlığı tezini benimsemeyenlerimizin bile içinden çıkamadığı ikiliklerle karşılaşırız gündelik ve düşünsel yaşamda. Bu ikiliklerin nasıl ve ne yoldan ilişkilendirilebileceği konusunda bir fikrimiz de yoktur.

Gerçekten de düşüncenin, anlamın, algı ve duygunun organı beyini uygun cerrahi yöntemler kullanarak açın; orada sibernetik algoritmalar oluşturacak şekilde bilgisayarsal tarzda yapılaşmış nöronal ağlardan, glia hücrelerinden, atomlardan, moleküllerden, fotonlardan, yani maddi varlıktan başka bir şey bulamazsınız. İç yaşantımız olarak duygular, algılar, düşünceler yoktur orada; ya da o yüzleriyle görünmezler beyni inceleyen dış gözlemciye. Orada, beyinde atomlar ve fotonlar vardır yalnızca; maddi olan vardır ve elbette kendi kurallarına göre çalışır. Peki biz bütün bu iç yaşantılamaların; anlam, duygu, algı ve düşüncelerin tam da orada olduğunu, gezegenimizdeki milyarlarca yıllık doğal evrim sonucu yüksek bir organizasyon düzeyine ulaşmış bu atomların, molekül ve fotonların bu organizasyon düzeyinde belki de aynı zamanda ve bizzat fenomenal bilincin kendisi olduğunu bilimsel olarak gösterebilecek miyiz bir gün? Kartezyen ikiliği aşabilecek miyiz?

Dört yüzyıllık bu soru günümüzde artık sadece felsefenin değil, bilimin de sorusudur. Gerçi soru sormakta mahirdir felsefe; ama yanıt bulmanın mütevazı yollarına kazanamadığından, genellikle bu aşamada takılır kalır. Bilimse sadece olgusal yollardan hesabını verebileceği mütevazı (varsayımsal ve geçici) yanıtlarla çalıştığından, ilerler. Yani aslında felsefenin değil, bilimin “kral yolu” yoktur.

Bu aşamada pekala bir başka meşru soru da sorulabilir: Kartezyen ikiciliği aşmak zorunda mıyız? Belki de hakikat budur (hatta biraz da ruhi ölümsüzlüğü vaadeder göründüğüne göre iyi ki ve keşke budur) ve bizim de imana gelip bu hakikatle yaşamayı öğrenmemiz daha doğru olmaz mı? Veya öyle ya da böyle olsa, gündelik hayatımızda ne fark eder ? Böyle düşünenlere bir diyeceğim yok, bildikleri gibi yaşasınlar bu dünyayı; birkaç “çok bilgili” filozof veya peygamber dışında bu dünyayı doğru yaşamanın yollarından kim söz edebilmiş ki? Ama bu dünyayı doğru yaşamak için önce varlığımıza ilişkin hakikati araştırmamız gerektiği kaygısını taşıyanlarla konuşmamız gereken şeyler var. İşte bu dergi onlar için çıkıyor.

Önce kartezyen ikiliği aşmaya çalışmanın ne bakımdan önemli olduğuna bakmak lazım. Nasıl bir evrende yaşadığımız, ne olduğumuz, nerden gelip nereye gittiğimiz, düşünen insanlar için yaşamlarını coşkuyla anlamlandıran hayranlık ve merakın zembereği olmuştur daima. Gerçekten de her sorunun yanıtının bildirilmiş olduğu, dolayısıyla hayranlık ve merakın olmadığı bir dünya çekilmez bir yer olurdu bazı insanlar için. Heyecanlarımızın yöneldiği en temel sorunsalı belirleyen ve kartezyenizmden türeyen ikilik doğru da olabilir, yanlış da; şimdilik bilmiyoruz. Ama nereden başlamamız gerektiğini biliyoruz en azından. Çünkü bilimsel düşüncenin çok temel bir ilkesi varıdır; araştırmaya nerden başlamamız, aksi kanıtlanana kadar önce hangi varsayım üzerinde durmamız gerektiğini telkin eder bize; Occam’lı William’ın usturası denir bu ilkeye. İlkenin orijinal ifadesi şöyledir: gerekmedikçe nesneleri çoğaltmayın. İlkenin daha modern bir ifadesi ise şu olabilir: aynı gerçekliğe ilişkin olarak ileri sürülmüş, eşit açıklama gücüne sahip kuramlar arasında en basit olan doğru olandır.

Belli bir matematik estetiği de vardır ilkenin; ma-tematiksel minimalizm diyebiliriz bu estetiğe. Sade olanın, yalın olanın, karmaşık görüneni basite indirgemenin estetiği; matematik kolay değildir belki, ama kolaylıktır; matematiksiz bir dünya daha zor olmaz mıydı ? Böylece Occam’ın usturası matematiğin güzelliğine de temas eder. Ama kimi kez neyin basit, yalın ve güzel olduğunu bulmak o kadar basit bir vazife değildir. Gene de kabaca şöyle diyebiliriz belki: Hakikat belirsizliği, karmaşayı, çokluğu azaltmalıdır, sadeleştirmelidir. Yalın ve basit olmalıdır hakikat, net olmalıdır. Matematiksel antropi kavramıyla da, termodinamik antropiyle de; demek ki gezegenimizdeki doğal canlılık olayları adını verdiğimiz fiziksel süreçlerle de bağları vardır bu tespitin.

Occam’ın usturası kartezyen ikiliği kabul etmeden önce, onu aşmayı ısrarla denememiz gerektiğini telkin ediyor. Kabul etmeden önce ikiliğin gerçekten de zorunlu olduğunu görmeliyiz.

Bu modernist ve totaliteryan hakikat anlayışının günümüzün postmodern nesnelci epistemik göreceliliğine nasıl ters olduğuna bakarak önümüze koyduğumuz düşünsel vazifenin nasıl bir dirençle karşılaşacağını, çağın ruhuna nasıl ters düşeceğini tahmin etmek güç değil. Bununla beraber çıkarmakta olduğumuz derginin hedefinin, ama yalnızca hedefinin ikiliği aşmak olduğunu; yani asla karşı fikirlere kapalı olmadığını kaydetmek isterim. Tam tersine, gerçek entelektüel yaşamın zaten tartışma olduğunu bilerek ve kabul ederek çıkıyoruz yola; elbette evren bizim ilkelerimize veya estetiğimize uygun olmak zorunda değildir. Kuantum mekaniğinin 1930’larda girdiği ihtimaliyetçi yolu bir türlü hazmedemeyen Albert Einstein “Tanrı zar atmaz” dediğinde Neils Bohr’un “Albert, Tanrıya ne yapacağını öğretme” diye yanıtladığı söylenir; tam da peşin hükümsüz bilim yapılamayacağını ama peşin hükümlerimizin farkında olmadan da bilim yapılamayacağını kastediyordu herhalde.

Bu dergi öncelikle psikiyatri alanında karşımıza çıkan ikilikle tartışmak, bu ikiliği aşmaya çalışmak durumunda. Kabaca söylemek gerekirse, “biyolojik psikiyatri mi, dinamik psikiyatri mi”, “psikofarmakoloji mi, psikoterapi mi” gibi ikici soruları aşmaya çalışacak. Ama dergide herşeyin etrafında döneceği bu psikiyatrik eksene değinmeden önce, karşımıza aldığımız derin zihniyetin başka nerelere kadar kök saldığına, dolayısıyla derginin tartışma alanlarının da nerelere kadar uzanabileceğine bakmakta fayda var.

Her etik, meşrulaştırıcı ön koşul olarak bir ontoloji gerektirir: Bu dünya ne’yse ona göre yaşanmalıdır. Kartezyen ikilik de çağımızın derin zihniyetini öylesine belirlemiştir ki her yerde bunun izlerini sürmek mümkün. “İsa’nın hakini İsa’ya. Sezar’ın hakini Sezar’a” vermeye dayanan laisizme bakalım mesela. Burada aynı ikiliğin yankılarını bulmuyor muyuz? Biri dünyevi diğeri uhrevi iki büyük ve ayrı hükümranlık alanın meşruiyetini temellendiren ontolojik ideoloji en temellerde bir yerde bu ikiliğe dayanmıyor mu? İktidar ve güç alanlarının dağılımını ve paylaşımını aklayan, meşru kılan bu derin zihniyeti değil mi ? Öyleyse modernizm belki adı konmuş, ama hala henüz doğmamış bir çocuk olmuyor mu yalnızca? Eğer dünya zaten daima ve hala premodern bir aşamada takılıp kaldıysa “bırakınız dağınık kalsın” diyen bir postmodernizm dünyayı olduğu gibi bırakan süslü bir yüzeysellikten başka ne söylüyor olabilir acaba? Demek ki modernizmin, dolayısıyla postmodernizimin, ama aynı zamanda premodernizmin, romantizmin, gelenekselcilik ve cemaatçiliğin, laisizmin, globalizasyonla evrenselciliğin, demek ki aynı zamanda bireycilik ve toplumculuğun izlerinin romandan mimariye, felsefeden hukuka, görsel sanatlardan anti-psikiyatriye uzanan bir yelpazede tartışılıyor olması dergimizin mantığının sınırlarının dışında kalmayacaktır.

Ya da aynı izi sürmek için bilimlerin epistemolojik bölünmüşlüğüne bakalım; “madde bilimleri”yle “anlam bilgileri” denen alan arasındaki uzlaşmazmış gibi gösterilen uçuruma. Burada da aynı ikiliğin tezahürlerinden birini bulmuyor muyuz? Anlam, iç dünyaya ilişkin ve doğrudan aşinalığımız olan bir gerçeklik olarak, birimlendirip matematiksel olarak büyüklüğünü hesabedebildiğimiz enformasyon işlem süreçlerine çevrilebilir mi? Bir kültürün, bir tarihin taşıyıcısı ve tezahürü olan dil, kuşaktan kuşağa az çok değişerek aktarılan bir tür enformatik sinyal dizgesinden mi ibaret yoksa? Bu gezegende yorumsamacılığın kazanımlarıyla Yapay Zeka’ nın vaatlerinin kendi aralarında tartışmadan bir arada nasıl durduğunun konumuzla ilgisi yok mu? Bu iki tip entelektüelliğin kendi çizdikleri meşruiyet ve iktidar alanlarının dışında tartışmaya girdikleri bir platform oluşturabildiği ölçüde derin kartezyen ikiliğin aşılmasına da katkıda bulunabilecek bu dergi.

İkiliğin en vahim izlerinden biri, en acil politik sorunlardan birine yönelik yaklaşımlarda da karşımıza çıkar. Böyle giderse gezegenimizin en azından bizim türümüz için yaşanmaz bir yer olmasına pek az zamanın kaldığı iddia edilirken, muhalefetin nerde ve nasıl toplanması gerektiğine duyarsız kalamayız elbette. Üretimin gezegen ölçeğinde kapitalist tarzda, yani anarşik örgütlenmesinin sonucu ortaya çıkan teknolojik felaket sinyalleri gelenekselci-doğacı-romantik sağ bir muhalefetle aşılabilir mi? Yoksa insan türünün gezegenin neredeyse her karış toprağını temellük ettiği bir çağın gerektirdiği çapta yüksek bir üretim örgütlenmesi artık teknolojisiz gerçekleştirilemezken, gelenekselci-maneviyatçı-doğacı-romantik sağ muhalefetler alternatif bir gelişmiş dünya projesi üretmekten büsbütün aciz mi? Anarşik teknolojiyle kısa yoldan özdeşleştirdirdiği madde bilimini “derin” düşüncenin karşısına koyan bu kolaycılık ikna edici gücünü, madde ve ruhun zihinlerin derinlerine işlemiş ikiliğinden almıyor mu? Kökleri ikiciliğe giden böylesine derin bir sağduyu aldanması, akılcı ve toplumcu bir teknolojiyi de daha baştan karalayarak mümkün tek çıkar yolun da önünü kapamış olmuyor mu? Demek ki bu tartışmaların da dergimizin önemli bir boyutunu oluşturması gerekir.

Dergideki tartışmalarının esas eksenini oluşturacak alana; yani psikiyatriye dönersek. însan beyni sibernetik nöronal şebekelerle, nöron altı ve nöronlar arası atom ve molekül düzeyindeki kimyasal düzeneklerle duyguların, anıların, algıların, anlam ve düşüncenin buluştuğu en ilginç ve bildiğimiz tek kavşak noktası evrende. Bir yönüyle biyolojik evrim sonucu oluşmuş doğal bir organ, ama işlevlerinin büyük bir bölümü kültüre, anlama dönük. Demek ki eğer evrende bir ikilik varsa tam da burada ortaya çıkıyor; beyinde. Eğer yoksa, olmadığı tam da burada gösterilecek.

Konunun derin kozmik bir sorun oluşturmakla kalmayıp gündelik pratiğimizi de ilgilendirdiğini görmek için bir psikiyatrın günlük pratiğine bakalım. Psikiyatr bir hastasına diyelim bir antidepresan kullanmasını önerirken, yani beynindeki DNA molekülerinin belli bölümlerindeki genleri ekspresyona zorlayarak beynin bazı bölgelerindeki enzim veya reseptör işlevli protein molekülerinin yapısını değiştirmeye çalışırken, diğer yandan diyelim annesiyle ilişkisinin altındaki gizli rekabetin anlamını yorumladığında, aynı dille ve kuramla ifade edilemez görünen iki farklı gerçeklikle uğraşıyor sanki. Öte yandan gündelik psikiyatri uygulamasındaki bu ikilik psikiyatrinin bir türlü derlenip toparlanamamasında gösteriyor kendini; ekol farklılıklarında, yaklaşım farklılıklarında gösteriyor. Dinamik psikiyatri mi, organik psikiyatri mi? Farmakoloji mi, psikoterapi mi? Genetik mi, gelişimin sosyo-kültürel koşulları mı? Açıkçası bu konularda kafası teorik olarak netleşmiş bir tek psikiyatr göstermek güçtür. Çünkü psikiyatrinin henüz bütüncül bir teorisi yok. İşte çıkardığımız dergimizin birincil sorunsalı da bu saptamayla ilişkili.

Derginin ağırlıklı olarak kültürel meselelerle ilgilenme gerekçesine gelince, bunu anlamak için öncelikle insan beynin özgün yönünü kavramamız lazım.

Tıbbi fizyoloji bakımından insanı oluşturan tüm hücre, doku, organ ve sistemleri, fizyolojik tekil organizma ortak paydasındaki işlevsellikleriyle açıklamak mümkündür. Biyofizik açısından başka düzenli fiziksel yapılarda, mesela kristallerde de gözlediğimiz gibi evrendeki termodinamik antropinin artışına karşı yerel ve geçici olarak direnen düzenli doğal sibernetik fiziksel sistemler olan canlıları oluşturan bu alt üniteler, organizma dediğimiz düzenli, bütünsel tekil fiziksel yapının korunmasına dönük işlevsellikleri bakımından ele alınabilir. Mesela kalbin yada karaciğerin işlevleri, tekil organizmanın canlılığını (yani düzenli fiziksel örgütlenmesini) korumaya dönük sibernetik düzenekleri bakımından açıklanabilir kolayca. Ancak bu genel fizyoloji-biyofizik ilkenin iki istisnası vardır; üreme sistemi ve sinir sistemi. Çünkü mesela üreme sisteminin işlevselliğini açıklamak için artık tekil fizyolojik organizma zeminini terk edip, daha köklü bir anlam ifade eden biyolojik tür kavramına başvurmamız gerekir. Üreme organının ve genel olarak cinsellikle ilgili düzeneklerin işlevselliği ancak aynı biyolojik türden başka ve mütekabil bir organizmanın varlığıyla ve sadece tekil organizmanın düzenli fiziksel yapısını (canlılığını) koruması çerçevesinde değil, türün canlılığını koruması ortak paydası zemininde; yani tekil organizma değil, biyolojik tür kavramına başvurarak açıklanabilir.

Aynı şekilde insan beyninin işlevlerinin büyük bölümünü de; mesela konuşmayı, anlamayı, grup halinde hiyerarşik ve organize davranmayı, empatiyi, aşkı veya çocuğunu sevmeyi de ancak bu organı biyolojik tür zemininde düşünürsek kavrayabiliriz. İnsan beyninin güçlü kültürel özellikleri, insanın, evrim sonucu tekil organizma olarak değil, türünün diğer örnekleriyle kültürel organizasyonlar kurarak yaşamak üzere genetik olarak planlandığını gösteriyor. Bugünkü bilgilerimize göre insan, gezegenimizdeki doğal evrim sonucu ortaya çıkmış ve evrendeki termodinamik antropi artışına karşı geçici bir süre direnmek üzere biyolojik türünün başka örnekleriyle birlikte kültürel organizasyonlarda topluluklar halinde “düzenli fiziksel yapısını korumaya” (yani yaşamaya) ve programını sürdürmeye (üremeye) genetik olarak programlanmış, sibernetik esaslara dayanan doğal bir fiziksel sistemdir. Bu tanımın senkretizminin açılımı, dergimizin yıllar sürecek tartışmalarını temellendirecek yoğunlukta bilgilenmeyi gerektirecektir elbette. Ancak burada özellikle dikkat etmemiz gereken bir nokta var; yukarda insana özgü olarak verilen tanım bir tek istisnai ifade dışında gezegenimizdeki bakterilerden zürafalara tüm çağdaş canlı modelleri için de tekrarlanabilir. Gezegenimizdeki canlılık olayları bakımından insan biyolojik türü için istisnai olan “kültürel organizasyonlarda topluluklar halinde yaşamak” ibaresidir yalnızca. İnsan beyni dilsel-kültürel bir organdır. Gerçi evrimsel biyoloji açısından bakınca başka primatlarda da kültür hatta dil benzeri yapılanmaların bazı önbiçimlerini gözlüyorsak da türümüzün beyin işlevleri söz konusu olduğunda gene de altı çizilmesi gereken ayırt edici özellik bu organın dilsel kültüre dönük programlanmışlığıdır. Bu nedenle bu dergi kültürel mese-leleri psikiyatrik ve psikoterapötik sorunsalından ayırmadan, tam tersine ilişkilendirerek ele alamaya yönelecektir.

Tabii ki bilimci bir kafanın kültürü yerleştirdiği böylesi bir “dışardan” biyolojik çerçeve, onun bilinen evrendeki yerinin ne denli özgün ve önemli olduğunu vurgulasa dahi, kültür ve sanat insanlarının “içerden” yaşadıkları zenginliği ve coşkuyu ifade edebilmekten uzak olduğu için yavan ve düşkırıcıdır, biliyorum. Ali Rıza Tura, bu sayıda yer alan yazısında “insan sanatla doğar” diyor. Yukarda çizdiğim bi-yolojik çerçeveye dayanarak hem filogenetik hem de ontogenetik olarak ve üstelik delillerini sunarak doğru olması gerektiğini söyleyebilirim bu tespitin; hatta insan türü için kültürel olanın özgünlüğünü dile getirirken tam Sintomi da bunu ifade etmeye çalıştığımı ilave edebilirim. Ama yukarıdaki kuru biyolojik tanımıyla kültürü ifade etme tarzımın maalesef yalnızca çok sınırlı sayıda bazı meslektaşlarımın anlamaya yatkın olduğunu sandığım matematik bir yalınlaştırma este-tiğinin gereklerini karşılayabildiğim; öte yandan kültürel olanın tanımının kültür insanlan açısından hakettikleri estetik zenginliği maalesef sunamadığını ben de kabul ve itiraf ederim. Zaten her şeyi hakettiği gibi söyleyebilseydi tek bir insan, dergi çıkarmaya ne gerek kalırdı?

Gerçekçi olalım. Çıkardığımız dergi yukarda sözünü ettiğim bütün bu devasa problemleri çözmeyi başaramayacak elbette. Ama problemlerin çözümüne yönelik bir tartışmayı başlatabilirse eğer, vazifesini büyük ölçüde yapmış sayacak kendini.

Psikiyatri İçin Yeni Bir Entelektüel Yapı
Dr. Eric R. Kandel / Çeviren: Muzaffer Kaşar

Narkissos’tan Sindirella’ya Melankoli
Özden Terbaş

Anlamanın İlk Anı
Ali Rıza Tura

Psikanalitik Teorilere Giriş: Tarihsel Gelişim-Freud
Selim Başarır

Romantizmden Gerçeküstücülüğe Yeni Mit
Michael Löwy / Çeviren: U. Uraz Aydın

Siper Edilen Zaman
U. Uraz Aydın

Don Ouijote’de Yanılsama, Gerçeklik ve İnsan İmgesi
Sema Özer

Franfurt Okulu’nda “Akıl”
Artun Avcı

Modern Gündelik Yaşamın Mekansal Görünümleri
Hakkı Yırtıcı

Jacques Derrida: “Kendimle Savaşıyorum”
Çevirenler: Banu Yılankaya / Elif Şenaur

Mahremiyetin Sonu: Oyun ve Sanat
Başak Kamacı