DİLSEL CEMAAT VE EVRENSEL ÖZNE

DR. SAFFET MURAT TURA
Kalkar kalkar hep üstüme kara topraklar

Olmayacak şeylere yemin ettiğimden midir
Bir ihtar gibi geçer uzaklığında bir adam
Riskli uçuşları geçer gece aydınlatılmış kuşların,
Sonra birkaç kuş daha,
Ne kadar sakinleşir meydanlar, sakinleştirir
O kadar sakinleşemem, toz kaldırır topuklar,
Azıcık toprak,
Ama yeter,
Kalkar kalkar toprak
Başımdan aşağı
Ve bir havai fişek gibi patlar işte sessizlik
Ele alır yeni geceyi
Tahmin ederim bir hayvan yığılmıştır bu arada
Kesin gene hamilelerin üstünü koklayacak hayvanlar
Ama kesin gene bir tek koklayışla geçecekler
Çünkü yeter.
Böyle böyle nehre alçalır yattığım yatak
İhtar delil olur
Delil geceye işaret eder, yıldızlar her yere,
Gecenin iki kıyısı arasında ne iletişimler olur
Öyle iletişimler ki
Kalkar kalkar hep üstüme kara topraklar
Uyanırım geceyi bölen içişlerle

DİLSEL CEMAAT VE EVRENSEL ÖZNE

Saffet Murat Tura

6. Beyin Felsefesine Giriş

6 a. Beyin yalnızca kendini algılar; ama beyin kendini (naif) fenomenal dünya olarak algılar.
Bu yazının Defter ‘in geçen sayısında yayımlanan ilk bölümünü Heidegger’in teorik bilim ve mühendisliğe niçin karşı olabileceğine ilişkin bazı sezgileri dile getirerek sonlandırmıştım. Aşağıda bu karşıtlığın sebeplerini daha iyi görebileceğimiz bir çerçeve sunmayı deneyeceğim. Göstermeye çalışacağım gibi teorik bilim her türlü fenomenolojinin açık, doğrudan, kendiliğinden verili bir bilgi ortaya koymadığını; tam tersine doğruluğu kabul edilebilir gibi gözükmeyen bazı varsayımlara dayandığını sergiler. Böylece fenomenoloji yanlızca uzun laf ve dil oyunlarına dayanan, gizem pe-çesinin ardından bir bilgelik dersi verir gibi gözüken eksik ve geniş ölçüde yanlış bir bilgi ortaya koyar. Fenomenoloji kendini bir tür edebiyat veya başka bir sanat olarak kabul ediyorsa söylenecek bir şey yoktur tabii; ama yaşananın bilgisini çok daha güzel ortaya koyan edebiyat örnekleri vardır. Yok, eğer fenomenoloji, üzerinde tartışılabilir bir bilgi ortaya koyuyorsa bunun hesabını verebilmelidir. Fenomenolojiye yönelik bu genel eleştirileri Heidegger bağlamında tekrar ele almak üzere temellendirmek için öncelikle bir tür bilimsel felsefe alanına (beyin felsefesine) girmeyi ve böylece ileride fenomenolojiyi de bir şekilde yerli yerine yerleştirebileceğimiz natüralist bir ontolojinin ilk sezgilerini geliştirmeyi deneyeceğim. Her ne kadar bu ikinci bölüm kendi içinde bir bütün oluşturuyorsa da en azından bu alt-bölümün, yazının birinci bölümünün Solaris adlı birinci alt-bölümünün sezgileri bakımından okunması daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

İnsan beyniyle ilgili çalışmalar henüz nihai neticelerine ulaşmaktan çok uzaktır. Ama son elli yılda; özellikle son on yılda beyin fızyolojisiyle ilgili araştırmaların ulaştığı bazı sonuçları teorik bilimin temelindeki naif gerçeklik ve aynı zamanda felsefi eleştirili düşüncenin ölçütleri bakımından ele aldığımızda, bence daha şimdiden evrende köklü bir ikiliğin bulunduğunu kabul etmemiz mantıki bir zorunluluk haline gelir. Teorik fizik zaten bir süredir kütle-enerji, partikül-dalga, mikro-makro fizik düzeyleri gibi ikilikleri üstlenmektedir. Ama aşağıda söz konusu edeceğim tipte ikilik, Descartes’ın ontolojisinde olduğu gibi ikilikli bir natüralist ontolojiyi telkin edecek çapta mıdır? Yoksa bir şekilde fiziğin üstlenegeldiği ikiliklere indirgenebilir mi? Aşağıda bu ikiliğin diğer ikiliklerle açıklanabilir olsa dahi köklü ve indirgenemez olduğunu göstermeye çalışacağım; bilinen evrendeki en köklü fiziksel ikilik hemen kafatasımızın içindedir; yani bir bakıma biziz. Şimdi söz konusu ikiliğin hangi sağlam görünen öncüller bakımından mantıken zorunlu olduğunu açıklamak istiyorum. Aşağıda epistemolojiden harketle bir natüralist ontoloji kurmayı deneyeceğim.*

Evrendeki ikiliği anlamak için öncelikle şu formülü iyice değerlendirmemiz gerekir; beyin doğrudan bir şekilde yalnızca kendini algılar; ama kendini (naif) fenomenaldünya olarak algılar. Bu formülde parantez içinde “naif” kelimesini kullanmamın sebebi söz konusu fenomenal dünyayı Husserl’in transandantal fenomenolojisinde ortaya çıkan fenomenal dünyadan ayırt etme çabamla açıklanabilir. Burada fenomenal dünya ile kastettiğim şeyi anlamak oldukça kolaydır; bu satırları okurken başınızı kaldırıp çevrenize bir bakın, dış dünyayı fark edin. Bedeninizi, bilincinizi, duygularınızı, korkularınızı, düşüncelerinizi, anılarınızı hatırlayın. Hatta ayağa kalkıp bulunduğuz yerde biraz dolaşın. Bedeninizdeki ağrıları sızıları bir dinleyin. Çevrenizdeki birisiyle konuşun. Tarihi, kültürümüzü, edebiyatımızı, geleceği, dilimizi, günlük politakayı filan düşünün. İşte “fenomenal dünya” derken kastettiğim şey bütünüyle şu yaşamış ve yaşamakta olduğunuz şeydir; ne ise o olan, doğrudan doğruya yaşadığınız, ne olduğunu zaten doğrudan bildiğiniz yaşam dünyanızdır. Ama “kendim” dediğiniz şeyi de içine alacak şekilde doğrudan yaşantılama olarak yaşam dünyanız anlamında fenomenal dünya beyninizin bizzat kendini ve doğrudan bir şekilde yalnızca kendini algılamasından ibarettir. Neden?

Şimdi beyin fizyolojisinin ayrıntılarında kaybolmayıp bir adım geri çekilerek daha geniş bir perspektiften ormanı, bütünlüğünde görmeye çalışalım. Evrimsel biyokimya, evrimsel biyofizik ve genetikten sonra, özellikle son on yılda biyolojinin kuantum fiziği düzeyinde bir sofıstikasyonla ele almak zorunda olduğu yegâne organ insan beyinidir; bu organın fizyolojisinde geçen olaylar sadece doku, hücre vs. gibi düzeyleri değil, atom, hatta özellikle elektron ve foton gibi atom altı düzeyleri ilgilendirir. Çünkü kuantum elektro-dinamiğinin kurucularından olan Richard Feynman’ın belirttiği gibi çevremizde gözlediğimiz olayların önemli bir bölümü (yani atom çekirdeğini ilgilendirmeyen olaylar) elektronlarla elektronların, fotonlarla elektronların ve fotonlarla fotonların etkileşimiyle açıklanabilir ve bildiğimiz kadarıyla beyinde geçen olaylar da bu tiptedir; yani atomun çekirdeğini (merkezi) değil, bilhassa çevresini ilgilendirir. Bildiğimiz kadarıyla insan beyni atomik düzeyde evrenle yoğun bir ilişki içindedir; şu anda beyninizi oluşturan atomlar, içinde bulunduğunuz ortamdaki ve bedeninizdeki pekçok atomla dolaylı bir ilişki içinde. Hatta, mesela bu yazıyı okurken gece olduğunu ve gözünüzün bir ucuyla pencerenizden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızları gördüğünüzü varsayarak konuşuyorum; milyonlarca yıl önce geçmiş atom olaylarıyla da (foton ışımalarıyla da) ilişki içinde beyninizin atomları. Kafaları fazlaca karıştırmamak için beyinlerimizin “radyo rezistansı olayı” nedeniyle muhtemelen gelecekle de ilişki içinde olduğunu anlatmaya çalışmayacağım. Ama biraz düşünürsek, ilk bakışta diyelim önünüzdeki şu masa da aynı etkilere açıktır. Hatta masa beyninizden daha çok açıktır bu tip etkilere. Çünkü insan beyni kafatası adını verdiğimiz kalın bir kemik muhafazanın içindedir ve ayrıca üç kalın zarla kaplanmıştır. Şüphesiz öncelikle bu yaşamsal organın bütünlüğünü bozacak kütle-enerji değişikliklerine karşı alınmış evrimsel bir önlemdir bu kapalılık; ama aynı zamanda onu tahrip edecek güçte olmasa da çalışmasını etkileyecek “parazit” atom etkileşmelerine karşı da bir önlemdir; bir fılitredir.

Beyni oluşturan atomlar, kafatasının tabanında bulunan bazı delikler aracılığıyla kendi dışındaki atomlarla dolaylı bir ilişki kurar. Bu deliklerden giriş yapan sinirler aracılığıyla bedenden gelen elektronlar beyne ulaşır ve beyinden harekete geçen elektronlar da benzeri sinirlerle bedene ulaşır. Beyne ulaşan elektronları ileten sinir liflerinin bazılarının ucuna duyu organı adını verdiğimiz dönüştürücüler yerleştirilmiştir. Bu organlardaki atomlar genetik şifre sayesinde öylesine örgütlenmiştir ki çevreyle girdikleri elektron-elektron veya foton-elektron etkileşimlerinin enerjilerini beyne doğru enformasyon niteliği alabilecek sistematik bir elektron hareketine çevirirler. Keza dış dünyadaki elektron ve foton olaylarıyla değil de bedenin içinde geçen atom olaylarıyla ilişkili sinir liflerinin ucunda da benzeri ilkelerle çalışan çeşitli “proprioseptif” duyu organları bulunur. Yani beyninizin içerdiği atomlar karşınızdaki masadan çok daha seçici ve (algoritmik olarak) programlı şekilde kendi dışındaki atomlarla dolaylı bir ilişkiye girer. Beyindeki yoğun elektron akımı ve atomların elektron ortaklaşması olayları (kimyasal bileşikler; moleküller oluşturması) beynin yoğun ve sistematik bir foton radyasyonu yayınlamasına neden olur ve nörolojide yaklaşık elli yıldır klasik Maxwell denklemleriyle düşündüğümüz eski bir tanı yöntemi olan EEG tekniğinin kuantum temelini oluşturur.

Şimdi bu genel kavrayış çerçevesinde bu yazının ilk bölümünün ilk satırlarında sözünü ettiğim elli-altmış yıl önceki Penfıeld ve Rasmunssen deneylerine geri dönelim. İlk bölümde bu deneyleri yassantılama olarak insan yaşam dünyasında öznel olmayan hiçbir şey olamayacağını göstermek ve dolayısıyla öznellik-nesnellik ayrımının geçersizliğini; fenomenal bir yanılsama olduğunu telkin etmek için kullanmıştım. Garip bir biçimde teorik bilimin temelindeki naif gerçekçi natüralist tezi eleştirerek yola çıkan ve aşkınlık (transandans) problemini aşmaya çalışan Husserl fenomenolojisini bir bakıma -amayalnızca bir bakıma teyit eden; daha doğrusu Husserl fenomenolojisine anlayışlı bir gözle bakmamızı sağlayan bu deneyleri şimdi bir başka açıdan değerlendireceğiz. Hatırlarsanız bu deneylerde beyin cerrahı, kafatasını açtığı hastasının beyninin belli noktalarını elektiriksel olarak uyarıyor ve hastanın yaşantılamasında (fenomenal dünyasında) beynin uyarılan bölgesinin özelleştiği ve haritası artık iyice bilinen zihinsel faaliyete göre duygular, düşünceler, algılar, anılar vs. ortaya çıkıyordu. Şimdiki düşünme düzeyimizde; yani kuantum düzeyinde cerrah bu müdahalesiyle hastanın beyninin belli bölgelerinde yoğun elektron faaliyetlerine sebep olmaktadır.

Şimdi bir an için böyle bir deneyin bizim beynimizde yapıldığını varsayalım. Diyelim ki cerrah beynimizin sağ postsantral girusunun üst ve iç kısımlarında bulunan sol ayağımızla ilgili algı bölgesinde belli bir elektron faaliyetine sebep oluyor ve biz bunu kendi fenomenal dünyamızda sol ayağımızda bir sıcaklık hissi gibi yaşantılıyoruz. Şimdi bize göre sol ayağımızda bir sıcaklık var; sol ayağımıza sıcak bir şey temas ediyor. Daha sonra düzeltmek üzere şimdilik eksik bir şey söylemeyi göze alırsak cerraha göre sadece beynimizin belli bir bölgesinde elektronların yer değiştirmekte, hareket etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle beynimiz sadece kendi üzerinde geçen bir elektron olayını algılamış oluyor. Ama beynimiz, beynimizde geçen bu olayı beynimizde (yani kendi üzerinde) geçen atomik bir olay gibi değil fenomenal dünyada bedenimizde (sol ayağımızda) geçen bir olay olarak ^ algılıyor; beyin kendi üzerinde temsil edilmiş bir dünyayı algılarken “kendilik” olarak kendimizin de içinde temsil edildiği bir dünyayı yaşantılıyoruz.

Bu basit gerçeğin önemini belki şuradan hareketle kavrayabiliriz; görünüşe, fenomenal olana bakarsak güneş, hatta evren dünyanın etrafında döner. Ama ancak son üç yüzyılda fark edebildik ki bu fenomen tamamen bir yanılsamadır. Beyni kavradıkça giderek anlamaya başlıyoruz ki tüm fenomenal dünyamız aslında bir yanılsamadır. Ama bu yanılsama, mesela Kopernikus’un ortaya çıkardığı gibi basit bir yanılsamadan ibaret de değil; yanılsama, yanılsama olarak gerçekligin kurucu bir öğesidir; gezegenimiz üzerindeki gerçekligin olduğu gibi olmasının ve başka türlü olmamasının koşullarından biridir. Halbuki gerçeklik, Kopernikus’un ortaya koyduğu yanılsamadan bağımsızdı. Demek ki karşılaştığımız durumu çok iyi kavramak zorundayız. Şimdi sol ayağınıza sert bir cisim düştüğünü ve ayağınızın ağrımaya başladığını düşünün. Ağrı nerededir? Sol ayağınızda. Evet, fenomenal dünyanızın açık-seçik gerçekliğinde ağrı sol ayağınızdadır. Ama, (şimdi, durum iyice anlaşılsın diye aslında tercih etmediğim kelimelerle konuşuyorum) ağrı öznel bir yaşantılamadır; sol ayağınızda filan olamaz. O sadece kafanızın içinde, beyninizde oluşmuş bir fenomenal kurgudur. Bir başka örnek; diyelim kırmızı bir kitap görüyorsunuz. Kırmızı nerededir? Fenomenal dünyanıza göre oracla, dışarda; kitapta. Ama iyice düşünelim; kırmızı algınızın oluşması için gözünüzün ağsı tabakasına bazı fotonların çarpması lazım. Ağsı tabakanızdaki alıcı hücreler bu foton çarpmasıyla oluşan enerjiyi, görme siniri boyunca beyne doğru ilerleyen sistematik (algoritmik olarak programlı) bir elektron akımına çevirir. Yani gözünüzde foto-elektrik bir olay meydana gelir. Söz konusu elektron akımı beyninizin görmeyle ilgili oksipital bölgesine ulaşır ve burada da elektron-elektron ve elektron-foton tipi bir faaliyete yol açar. Ve siz kitabı kırmızı görürsünüz. Şimdi, fotonlar veya elektronlar küçük kırmızı topçuklar mı? Hayır, şimdilik bunları bir tür enerji paketi gibi düşünelim. Kırmızı sadece sizin beyninizde oluşmuş bir fenomenal kurgudur. Ama fenomenal yaşantılama dünyanızda kırmızıyı sanki dış dünyada, kitabın üstündeymiş gibi yaşarsınız. Fenomenal dünyanızda neyi ele alırsanız alın; ister duygularınızı, düşüncelerinizi, ister sol ayağınızın gıdıklanmasını, ister cinsel organınızda yaşantıladığınız orgazmı; bunlar beyninizin kendi üzerindeki foton-elektron tipi olaylara verdiği kurgusal ve yanılsamalı fenomenal gerçeklik yorumlarıdır. Çünkü ister dış dünyada kırmızı olarak algıladığınız bir foton olayının tetiklemesiyle ortaya çıksın, ister Penfıeld-Rasmunssen deneylerinde cerrahın beyninizin oksipital bölgesini elektrik olarak uyarmasıyla oluşsun, kırmızı beynin kendi üzerinde geçen bir elektron olayını algılamasıdır.

Üstelik bu yanılsamanın çoğu zaman bir şekilde gerçekten de gerçek bir şeylere tekabül ediyor olması ifade etmesi çok zor bir tablo ortaya çıkarır. Yani sol ayağınızdaki ağrı sadece beyninizdeyse de çoğu zaman bu ağrıya, sol ayağınızda tekabül eden bir şey gerçekten de vardır. Keza beyninizde oluşmuş kırmızı algısına da çoğu zaman dış dünyada tekabül eden bir foton olayı gerçekten de vardır. Ama bu şeyler ne. ağrıdır, ne kırmızı. Mesela beyninizin kendini algılaması olan fenomenal dünyanızda odanın içinde yürüdüğünüzü yaşantıladığınızda gerçekten de bedeniniz bir şeyin içinde hareket etmektedir; her ne kadar bu şey aslında fenomenal dünyanızın Öklid uzayı gibi düzen-lenmiş olmasa da. Kısaca yaşantılama olarak fenomenal dünya bir bakıma sadece kafamızın içinde olsa da, bu kafamızın içindeki fenomenal dünya, aslında hem içinde yer aldığımız hem de parçası olduğumuz ama ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz, beyin ve bedenimiz de dahil atomik dünyanın bir şekilde yaşantılanmasıdır; ama bu fenomenal yaşantılama, beynin kendini algılamasıdır. İleriki bölümlerde daha iyi tasvir etmeye çalışacağım bu alışılmadık (ya da tam tersine gündelikliğimizde alışıldık) durumda sanki her şey tersyüz edilmiş gibi duruyor; ama tersi yüzüne çevrilmiş her şey gene de bir bakıma yerli yerinde duruyor. Beyini kastederek soruyorum: bu nasıl bir program? Beynin kendi kendini algılaması ne demek ve nasıl mümkün oluyor? Beynin neresi kendini fenomenal dünya olarak algılıyor? Bütün çabala-ra rağmen beyinde kendini algılayan özelleşmiş belli bir bölge (homonculus; insancık) bulamamamıza rağmen bu son soruya şimdiden verilmeye çalışılan bir yanıt olduğunu kaydedelim; muhtemelen beynin oldukça geniş bir bölümü; muhtemelen beyin kabuğunun önemli bir bölümü andaş olarak kendinde geçen atomik (veya enformatik) olayları fenomenal dünya olarak algılıyor. Peki ama nasıl? Bilmiyoruz; ama söz konusu yaklaşıma göre muhtemelen kuantum koheransı adı verilen ve ilk kez Einstein’ın düşünsel EPR deneyi sayesinde anlamaya başladığımız çok ilginç bir doğa olayıyla bağlantılı bu durum.

Naif gerçekçilik açısından yaşantıladığımız bu “tersyüz olmuş” fenomenal dünyayla ilgili söylenmesi gereken çok şey olmasına rağmen kabaca bir kaç başlığı sunmakla yetineceğim. Beynimizin kendinde geçen kuantal olayları algılamasıyla ortaya çıkan fenomenal dünyayı, fenomenal olarak yanılsamalı bir şekilde sanki ikiye ayrılmış olarak yaşantılarız; öznel ve nesnel alanlar. Öznel gibi görünen alanda duygu ve düşünce türü fenomenler yer alır. “Nesnel’ miş gibi yaşantıladığımız fenomenal dünya alanı ise bedenimiz ve dış dünya gibi kurulmuştur. Öznel alanda ortaya çıkan fenomenleri doğru-dan doğruya ve aynı zamanda zaman olarak yaşantılarken nesnel gibi görünen fenomenal dünyayı fenomenal uzay içinde ve zaman süreci çerçevesinde yerleştirilmiş olarak yaşantılarız. Öyle ki; beynimizin parietal bölgeleri; özellikle sağ parietal bölge, beden ve içinde yer aldığımız uzayı Kant’ın da tahmin ettiği gibi geniş ölçüde Öklid geometrisinin esaslarına göre kurarak beden ve dış dünyayla ilgili algıların fenomenal dünyada yerli yerine yerleştirilmesini sağlar. Artık içinde yer aldığımızı yaşantıladığımız fenomenal dünya uzayına ilişkin bu geometrik kurgunun bile bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşünüyoruz; gerçek uzay-zaman aslında muhtemelen böyle değil. Fenomenal dünyanın bu üç temel bileşeni (öznel alan, beden, dış dünya) beyinin atom düzeyinde yapılanmasıyla bağlantılı gibi durmaktadır. Beyinde elektronlar aracılığıyla bedendeki atomlarla ilişkili olan bölgelerde yer alan genetik olarak örgütlenmiş atomlar fenomenal dünyada bedeni temsil ederken, dış dünyadaki atomlarla elektronlar aracılığıyla bağlantılı olan bölgelerin genetik olarak örgütlenmiş atomları, fenomenal dünyada dış dünyayı temsil eder. Duygu ve düşünce tipi fenomenal dünya öğeleri ise beynin ne beden ne de dış dünyadaki atomlarla doğrudan elektron bağlarının olmadığı beyin bölgelerindeki (bir anlamda içsel) elektron faaliyetleriyle ilişkilidir.

Beynin kendi üzerinde geçen elektron-foton faaliyetlerini bir bakıma yanılsamadan ibaret bir fenomenal dünya olarak algılaması bu bölümün başında söz ettiğim evrendeki ikilik teziyle bağlantılı olmakla birlikte, durum ilk bakışta sezilen klasik kartezyen özelliklerinden çok daha karmaşıktır. Çünkü eğer elektronların, atomların, fotonların “var” lığının naif gerçekçi tezinden bakarak konuşursak bir tür yanılsama olarak karşımıza çıkan fenomenal dünya, bu sefer fenomenal dünyanın dolaysız, doğrudan, açık-seçik fenomenolojik hakikatinden yola çıkarak atomlara baktığımızda bize esas bunların (atomların, elektronların, fotonların vs.) meta-fenomenal, meta-fızik, teorik bir fıksion olduğunu söyler. Yani kendimizi bir anda bir illüzyon ve bir fıksiyon arasında sıkışmış olarak buluruz; işte sözünü ettiğim ikiliği tam da bu sıkıştığımız noktadan hareketle kavramamız gerekir. Göstermeye çalışacağım gibi bu ikilik muhtemelen teorik bilimin ilk adımından beri örtük olarak vardır. Beyni teorik olarak anlamak problemini önümüze koymaya başladığımızdan itibaren artık erteleyemeyeceğimiz, görmezden gelemeyeceğimiz bir ikiliktir bu; fenomenal dünya ile meta-fenomenal varlığın ikiliği.

6 b. Evrenin ikiliği:
Albert Einstein yaşamının sonlarına doğru eski bir dostuna yazdığı mektupta şöyle demişti: “Elli yıllık büyük düşünsel çabam ışık kuantasının (fotonun) ne olduğu sorusunun yanıtına biraz olsun yaklaşmamı sağlamadı”. Ve sonra dönemin genç dâhilerini kastederek ilave etmişti: “Şimdilerde Tom, Dick ve Harry yanıtı bildiklerini sanıyorlar; ama yanılıyorlar” . Bu satırlar büyük bir bilginin Muazzam karşısındaki bilgece hayranlığını dile getirmesinin ötesinde de bir anlam taşır. Çünkü, eğer çeşitli bilme biçimlerini “bilim”den ayırt edebilecek sezgimiz varsa bize yegâne bilim olarak görünen teorik fizik, aslında muhtemelen tam olarak bilinemez bir gerçekliği; meta-fenomenal dünyayı anlamaya çalışır. Teorik fizikçiye kütle, enerji, ışık, foton, kuanta, elektron, uzay-zaman, dört boyutlu uzay-zamanın eğriliği, atom, partikül, dalga, kuvvet, madde, boşluk vb. kavramları fiziksel anlamda kullandığı zaman aslında neyi kastettiği sorulduğunda, yanıtı tam olarak bilmediğini söyleyecektir. Çünkü bunlar fiziksel olarak kullanıldıklarında meta-fenomenal bir dünyayı tasarlamak için fenomenal dünyadan çekilmiş metaforik kavramlardır. Tabii fotonun “anlamının” ne olduğunu anlamak için eski Yunan dilinin etimolojisine başvurmak gibi dahice bir yol varsa da nedense fizikçiler pek akıl edemez bunu. Teorik fiziğin metaforik kavramlarıyla sözünü ettiği meta-fenomenal varlıklar eleştirili düşünce açısından son tahlilde bir tür kurmacadırlar. Ama elbette gelişi güzel uydurmalar değildir bu kurmacalar.

Sözgelimi lise ders kitaplarından hatırladığımız ve aslında ne kadar karmaşık bir şey olduğunu giderek daha iyi göreceğimiz küçük bir güneş sistemine benzeyen atom modelinin aşağı yukarı nihai şeklini aldığı 1913 yılına gelene kadar geçen süreçte, yüzyılı aşkın bir tartışma; önce kimyasal tepkilerden başlayıp kuantum fikrinin doğmasıyla adım adım gelişen ve incelikli bir matematiğe ve akıl yürütmeye dayanan tahmin yürütme süreci söz konusudur. Kaldı ki kolaylık olsun diye küçük bir güneş sistemiymiş gibi hayal etmek hoşumuza gitse de atom, aslında insanın fenomenal dünyasında asla tasarlayamayacağı bir şeydir. Çünkü mesela en azından paradigmatik olarak egemen teoriye (Kopenhag yorumuna) göre bildiğimizi sandığımız uzay ve zamanda yer almaz. Ancak 3n boyutlu, hayal bile edemeyeceğimiz Hilbert uzayında yer aldığı düşünülürse fiziksel açıdan ölçülebilir (fenomenal) parametrelerin olası tüm değerlerine “üst-üste-binmişlik durumunda” sahip olan varlığının neliği anlaşılmaya başlanır. İleride bu karmaşık ifadeyi açıklayacağım. Ama şimdilik sadece şunu anlatmaya çalışıyorum; atomların meta-fenomenal varlıklar olduğunu söylerken bunların gözle görülmeyecek kadar küçük olmasından filan söz etmiyorum. Aslında çevremize baktığımızda oluşan fenomenal dünyamızda atomlardan (atomların dış yörüngelerinin ışıması olan fotonlardan) başka bir şeyi görmeyiz. Keza duyu organlarımızın duyarlı olmadığı foton olaylarını da meta-fenomenal olarak niteliyor değilim; bunları da mesala radyo, televizyon gibi araçlarla algı dünyamıza çevirebiliyoruz. Kaldı ki görünen ışığın kendisi de bir yönüyle (teorik yönüyle) meta-fenomenal bir varlık tır. Meta-fenomenal varlıklar derken fenomenal dünyamızda ortaya çıkan kimi ipuçlarından, belirtilerden, izlerden hareketle ve ancak sofistike, matematik, teorik bir akıl yürütme sayesinde “var’lıklarını ve neliklerini anlayabildiğimiz; ama teorik düşünsel dolayım olmaksızın fenomenal dünyada hiçbir zaman “varlıklarını bilemeveceğimiz varlıklardan söz ediyorum. İşte bu tipte meta-fenomenal (teorik) varlıkların gerçekten de “varolduğu tezi teorik bilimin temelindeki naifgerçekçi tezin gereğidir. Şimdi meta-fenomenal varlıkların “var”lığının naif gerçekçi tezinin teorik fiziğin yeni bir icadı olmadığını; belki başlangıçta pek dikkati çekmemiş olsa da teorik bilimin kuruluşunun ilk adımından beri yürürlükte olduğunu göstermek istiyorum.
Teorik bilimin ilk adımı Newton’un ikinci yasasıdır; F=ma (kuwet=kütle x ivme). Bu yasa kaba ifadesiyle bir cisme belli bir sabit kuvvet uygulandığında ona belli bir sabit ivme kazandırdığını söyler. Kuvvet büyüdüğünde ivme de kuvvet’in kütle adını verdiğimiz bir büyüklüğe oranı gibi bir sabit büyüklüğe ulaşacaktır (a=F/m). Şimdi kuvvet kavramının nasıl karmaşık bir şey olduğunu bir kenara bırakıp dikkatimizi kütle nin nasıl meta-fenomenal bir varlığa işaret ettiğini kavramaya yöneltmek için küçük bir deney yapalım. Elimize ağırca bir nesneyi, mesela Heidegger’in çok sevdiği bir örnek olan çekici alıp, onu “kulanışlılığından” çıkaracak şekilde üzerinde düşünmeye başlayalım. Fenomenal dünyamızda elimizdeki çekicin bir ağırlığı vardır; eğer evimizde bir terazi varsa bu ağırlığın büyüklüğünü ölçebiliriz. Bu ağırlık ona etki eden (onu çeken) yerçekimi kuvvetinin büyüklüğü olduğuna göre Newton’un ikinci yasasındaki kuvvetin değerini bulduk demektir. Eğer çok zahmetli deneyleri göze alıp çekici serbest düşmeye bıraktığınızda her saniyede hızının ne kadar arttığını ölçerseniz, ivmeyi bulursunuz; bu da zaten bilinen, dünya yüzeyine özgü yerçekimi ivmesi olacaktır. Peki ama cismin kütlesinin büyüklüğü nedir? işte onu (kütleyi) fenomenal dünyada hiçbir şekilde doğrudan gözleyemezsiniz, ölçemezsiniz. Kütle, ancak fenomenal dünyada ortaya çıkan ölçülebilir (niceleştirilebilir) niteliklerin; fiziksel olarak ölçülebilir parametrelerin (ağırlık ve ivmenin) büyüklüklerinin oranından yola çıkarak büyüklüğünü dolaylı olarak hesabedebileceğiniz meta-fenomenal bir varlıktır. Bu noktada Heidegger (ve ilginç bir şekilde pozitivistler de) “işte meta-fızik” diyeceklerdir. Evet; kelimelerden korkmazsak elinizdeki çekiç aynı zamanda meta-fızik bir nesnedir. Neden?

Aşağıda da değineceğim gibi “kraldan çok kralcı” olan pozitivistler (ve bazı nüanslarla modern versiyonları olan enstrümantalistler veya fonksiyonalistler) için sadece doğrudan ölçülebilir niteliklerin büyüklükleri arasındaki ilşkilerden söz edilebilir; bu düzeyin ötesi meta-fıziktir. Eğer salt pozitivist bir açıdan bakacak olursak Newton’un ikinci yasasındaki “kütle”, kuvvetin ivmeye oranını veren (m=F/a) ve her cisme özgü bir değer alan matematiksel bir katsayı olacak; meta-fenomenal (meta-fızik) bir varlığa işaret etmeyecektir. Eğer Newton pozitivist olsaydı “ikinci yasa” matematiksel bir matriks görünümü alır ve teorik fiziğin (tüm güzelliği, coşkusu ve çekiciliğiyle birlikte) tüm üretkenliği de dururdu; eğer böyle pozitivist bir kafayla düşünülse teorik fizik ikinci Newton yasasından bir adım ileri gidemezdi. Neden? Çünkü Newton’un kütle çekimi ile ilgili büyük yasası, ikinci yasadaki “kütle”nin matematiksel bir katsayı olmayıp gerçekten de meta-fenomenal bir varlığa işaret ettiği varsayımı üzerine kurulmuştur. Hatırlarsak Newton’dan önce Galileo (kinematik düzeyinde) yer mekaniğinin deneysel (fenomenal) formüllerini bulmuştu. Bir başka deyişle gezegenimiz üzerinde geçen mekanik olayların teorik (meta-fenomenal) açıklamadan yoksun formülleri zaten biliniyordu. Keza Kepler de gök mekaniğinin kinematik (fenomenal) denklemlerini kurmuştu; gezegenlerin güneşin çevresinde hangi yörüngelerde, hangi hızlarla döndüğü de biliniyordu. Ama yerde geçen olaylarla gökte geçen olaylar birbirlerinden tamamen ilişkisiz gibi duruyordu. İşte Newton’un büyük dehası, ortaya koyduğu teorik (meta-fenomenal) kavramlar sayesinde bu iki mekaniğin bir ve aynı yasanın tezahürleri olduğunu gösterdi. Eğer yer mekaniğinin kinematik denklemlerine dayanan ikinci yasadaki “kütle”, sadece matematiksel bir katsayı olarak düşünülse ve ikinci yasa pozitivist bir matematiksel matriks olsaydı; yani “kütle”nin sahiden bir varlığa işaret ettiği anlaşılmamış olsaydı, bu kavram gök mekaniğinde kullanılamaz, dolayısıyla kütle çekim kanunu (evrensel çekim yasası) bulunamazdı.
Gene de enstrümantalist bir pozitivizm “kütle”nin Newton teorisi içinde faydalı bir teorik kavram olduğunu kabul etsek bile gerçekten de meta-fenomenal bir varlığa işaret ettiğini söyleyemeyeceğimizi iddia edecektir. Ama tamamen farklı bir teori içinde; özel görelilik teorisi içinde de şu bilmecemsi “m” ile (kütleyle) tekrar karşılaşmamıza ve onun enerji eşdeğerini veren E=mc2 formülüne ulaşmamıza ne demeli peki? Bu gizemli “kütle” Newton teorisindekiyle aynı meta-fenomenal varlığa işaret eder; çünkü tamamen farklı bir teorik çerçevede de (aslında kendi de meta-fenomenal bir varlık olan) enerji eşdeğeri bakımından da mekanik teoridekiyle aynı büyüklüğü verir. Şimdi gündelik “kullanışlılığından çıkardığımız” elimizdeki şu çekice bakalım; onun ataleti, kuvvet etkisinde ivme kazanması, ağırlığı (çekim kuvveti) veya enerjiye çevrilebilirliğiyle fenomenal dünyamızda belirtiler veren, ama kendi meta-fenomenal kalan “kütle” olarak varlığı nedir? Ağırlığı, hacmi, kokusu, sertliği, rengi vs. değil. Ne peki? Onun (kütlenin) hakında ne kadar çok şey biliyoruz ve hiçbir şey bilmiyoruz. Kant, tam da teorik bilimi kastederek, “bilim olarak meta-fızik nasıl mümkündür?” diye sormuştu. Teorik bilim basitçe şöyle yanıt verecektir; işte böyle mümkündür. Şimdi artık elimizdeki çekicin aynı zamanda meta-fızik bir varlığı olduğunu biliyoruz. Bilinen evrende bu sezgi düzeyine (bir şempanze sürüsüyle ilgili yalnızca yirmi dakika süren ve nasıl anlamlandıracağımızı bilmediğimiz, gizem dolu bir gözlem bir kenara bırakılırsa) yalnızca homo sapiens ulaşabilir.

Yukarıda sormuştum; fenomenologlar neden teorik bilimi ve mühendisliği sevmez? Fenomenoloji ister transandantal biçimiyle (Husserl), ister tarihselci ve yaşam felsefesi biçimiyle (Heidegger) karşımıza çıksın fenomenologlar, fenomenal dünyanın kendi içinde ortaya çıkan kendiliğinden açık-seçikliğinin ötesini görmemeye çalışır. Bu bakımdan fenomenoloji ve pozitivizm düssman kardeşlerdir; biri fenomenal dünyayı nitellikleri bakımından ele alıp tanımlamaya veya yorumlamaya çalışırken diğeri aynı fenomenal dünyayı niceleştirilebilir yönleriyle (olgular bakımından) matematiksel olarak ifade eder. Her ikisi de dıssardan, meta-fenomenal açıklamadan (teoriden) nefret eder. Yaşam ya fenomenal dünyada yaşandığı gibi içerden yorumlanarak anlaşılmalıdır veya transandantal bir bilincin betimlenmesinde ele alınmalıdır ya da fenomenal dünyada doğrudan gözlenebilir büyüklüklerin (olguların) kendi aralarındaki matematiksel ilişkilerinin dışına çıkılmamalıdır. Ama teorik bilim sayesinde tekne’den teknolojiye geçen mühendislik, günlük fenomenal yaşamı meta-fenomenale başvurmadan anlaşılamaz hale getirir; ve böylece meta-fenomenale ilişkin kavramları fenomenal yaşam dünyasının dilinin içine sokma şansını yaratır. Ben, bu teknolojikleşme sürecinin özünde hiçbir kötülük görmüyorum. Ama Heidegger’in yaptığı gibi teknolojinin tarihini, bu tarihi belirleyen kapitalizmin tarihinden ayırt etmemek gerekir. Akıl dışı kapitalist üretim örgütlenmesi (pratik “aklın”, teorik aklı tutsak alması) sebebiyle teknoloji elbette ve tartışılmaz biçimde insanlığa zarar veren bir yön almıştır. Üstelik modern teknolojinin günlük yaşamımıza meta-fenomenal kavramları sokması şansı; dolayısıyla Muazzamın sezgisiyle her an yeniden büyülenerek; gündelik, sıradan olanın aynı zamanda nasıl olağanüstü olduğunu hissederek dünyayı bambaşka gözlerle yeniden görme şansı da yitirilmektedir. Çünkü kapitalizmin ürettiği yabancılaşmış insan; yani kullandığı aletin ne olduğunu bilmeyen ve üstelik küçük bir çocuk gibi büyük bir ilgisizlikle cehaletini içine sindiren çağdaş cahiller tabii ki kapitalist cemaaten başka bir şey olamaz. Acaba kaç kişi kullanıverdiği cep telefonunun nasıl inanılmaz, meta-fenomenal foton-elektron tipi etkileşimlere dayandığının farkındadır? Acaba kaç insan teknoloji sayesinde meta-fızik varlığın yaşamının tam içine girdiğini hissederek yaşar; inanın çok az. Çünkü kapitalizm bizden üretmemizi ve tüketmemizi ister; anlamamızı değil. Fotonlar, elektronlar önemli değildir; kulanışlılık veya başka (sosyal) bir kullanışlılık olan markalardır önemli olan.

Konumuza tekrar dönersek, demek ki evrendeki ikilik başlangıçta pek iyi fark edilmemiş olsa da teorik bilimin ilk adımından beri vardı; yani ağırlık ve kütle baştan beri aynı şekilde “var” değildi. Biri fenomenal dünyanın bir parçasıdır, diğeri meta-fenomenaldir; yani “var’lığı ancak teorik olarak kavranabilir. Şimdi, teorik olarak beyni ele aldığımızda bu ikiliğin nasıl köklü bir biçimde ve kaçınılmaz olarak karşımıza çıktığını görmeden önce, “fenomenal dünya” kavramı hakkında bazı ayırımlara gitmek istiyorum.

Öncelikle gerçek fenomenal dünya ve mümkün fenomenal dünyalar kavramlarını ayırt etmek gerekmektedir. Gerçek fenomenal dünya derken beyinlerimizin yapısı gereği homo sapiens türü olarak yaşantıladığımız dünyayı; yani tüm doğrudan verilmişliğiyle şu yaşantıladığımız fenomenal gerçekliği kastediyorum. Bu gerçek fenomenal dünya, mümkün fenomenal dünyalar dan yalnızca biridir. Çünkü insan beyni milyonlarca yıllık bir evrim tarihinin ürünüdür; evrim, çeşitli sebeplerle değişik aşamalarında farklı şekilde gelişmiş olsaydı, beynimizin (daha doğrusu artık başka bir biyolojik tür söz konusu olacağından, beyinlerinin) yapısı da farklı olabilirdi. Sözgelimi gözlerimizdeki alıcı hücrelerle birlikte beyindeki görme alanları da elektromagnetik radyasyon spektrumunun yalnızca belli aralığındaki fotonlara (görünen ışığa) duyarlıdır. Bugün radyo, televizyon gibi araçlarla elektromagnetik spektrumun duyarlı olmadığımız foton olaylarını da duyarlı olduğumuz elektromagnetik aralığa çevirebiliyoruz. Ama ilke olarak herhangi bir türün beyni bu duyarlı olmadığımız elektromagnetik spektrum alanlarına da açık olabilir; eğer evrim süreci farklı seyretseydi bugün çeşitli araçlarla kendi duyarlılık alanımıza tercüme ettiğimiz tipte fotonlara da dolayımsızca (araç kullanmadan) açık beyinler gelişmiş olabilirdi. Böyle bir biyolojik türün yaşantılama dünyası anlamında fenomenal dünyası tamamen farklı olurdu. Çünkü mesela bizim duyarlı olduğumuz elektromagnetik aralıktaki ışık, su veya cam gibi maddelerin içinden geçer. Ama bir odanın içindeyken bile cep telefonumuzla konuşabilmemizin de gösterdiği gibi elektromagnetik spektrumda yer alan pek çok foton kalın duvarlardan bile geçebilir. Bu tipte foton olaylarına açık bir beyin en kalın duvarları bile cam gibi şeffaf görürdü. Tabii o zaman dünyada homo sapiensler (bizler) değil, başka bir tür “zeki” hayvan olurdu. Keza bu türün beyni ışığa (ışık enerjisine) renk değil de bizim tat, koku gibi veya yaşantılamadığımız gibi fenomenal yorumlar da vermeye programlanmış olabilirdi. İlke olarak başka tip bir beyinde duygular, duyumlar da tamamen farklı olabilir. Mesela doğuştan kör bir biyolojik tür olsaydık rengin nasıl bir şey olacağını asla bilemeyeceğimiz gibi, bizim asla fenomenal olarak yaşantılamadığımız fenomenler de mümkündür. Dolayısıyla yaşantılamadığımız pek çok fenomenal dünya mümkündür ve bizim gerçek fenomenal dünyamız bunlardan yalnızca biridir. Fakat bizim; yani homo sapiens türünün gerçek fenomenal dünyası dışında kalan bütün mümkün fenomenal dünyalar gene de meta-fenomenal değildir. Biz onları asla yaşantılayamasak da bunlar gene de fenomenal dünyalardır. Çünkü meta-fenomenal olan tamamen farklı bir şeydir. Bunu göstermek için gene küçük bir deney yapalım.

Bir kâğıdın üzerine aralarında yaklaşık yarım-bir santimetrelik bir mesafe olacak şekilde birbirine paralel ve bir kaç santim uzunluğunda iki çizgi şeklinde çok ince iki yarık açın. Sonra kâğıdı duvara yakın gelecek şekilde bir ışık kaynağıyla duvar arasında tutun. Şimdi duvarda kâğıdın gölgesini ve bu gölge alanın içinde iki ince yarıktan geçen ışığın iki paralel aydınlık çizgi oluşacağım beklersiniz; öyle ya, iki ayrı pencereden odanıza giren gün ışığı, odanızın tabanında iki ayrı aydınlık alan oluşturmaz mı? Halbuki yaptığınız de-neyin sonucuna dikkatlice bakarsanız duvarda birbirine parelel iki aydınlık çizgi değil; birbirine paralel aydınlık ve karanlık bir çok çizgiden oluşan düzenli ve tipik bir kalıp görürsünüz. Bu yaptığınız basit gibi görünen deney iki yüzyıla yakın bir zamandır fizikte Young deneyi adıyla bilinir ve fiziğin en gizemli olaylarından biridir; öyle ki elde ettiğiniz sonuç hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Üstelik seksen yıl kadar önce Einstein ile Bohr arasında başlayan ve ardılları tarafından hâlâ sürdürülen yüzyılın en büyük entelektüel tartışmasının da önemli bir parçasıdır. Çünkü çok incelikli matematik hesaplar yaparak düşünürseniz duvarda böyle bir görüntü (girişim kalıbı) oluşturması için iki yarıktan geçen ışığın, aslında bizim fenomenal dünyamızdaki denizin dalgaları gibi bir şey olması gerektiği sonucuna varırsınız. Işık aslında dalga gibi bir şey olmalıdır. Halbuki geçen yüzyılın başında Planck ve Einstein tarafından yapılan (daha doğrusu düşünülen) başka tipte bazı deneylere göre ışık, aslında partikül gibi bir şey olmalıdır. Şimdi de partikül-dalga ikiliği tartışmasını fizikçilere bırakıp kullandığımız aslında ve gibi kavramlarına bakalım.

Burada aslında derken meta-fenomenali kastederiz. Young deneyinde fenomenal dünyamızda duvara ışığın izi düşmüştür ve biz bu izden kalkarak ışığın fenomenal olmayan, meta-fenomenal (teorik) varlığını düşünmeye çalışırız. Gibi kelimesini kullanmamızın nedeni, bu meta-fenomenal varlığı(ışığı) ancak fenomenal dünyamızdaki bir şeye benzeterek metaforik olarak tasarlayabilmemizdir. Ama orada, fenomenal olanın ötesinde bazen dalga bazen partikül gibi davranan gerçek bir varlık “var”dır. Tıpkı bazen çekim kuvveti, bazen kuvvet uygulanan cismin belli bir ivme kazanmasını sağlayan vs. yönleriyle fenomenal dünyamıza çıkan, ama kendisi meta-fenomenal olan “kütle” gibi. Şimdi homo sapiens türü olarak yaşantıladığımız fenomenal dünyamız, duyarlı olduğumuz ışıktan daha geniş bir elektromagnetik alana açık olsaydı; gerçek fenomenal dünyamız mümkün fenomenal dünyalardan başka birine denk gelseydi de durum değişmezdi. Gene de teorik yönüyle ışık daima meta-fenomenal bir varlık olurdu. Işığın meta-fenomenal varlığı mümkün hiçbir fenomenal dünyada doğrudan gözlenebilir bir şey değildir; mümkün bir fenomenal dünyada foton daima bir renk, bir koku veya bilemediğimiz bir başka fenomen olarak yaşantılanabilir, kendisi olarak değil. Bu saptamanın geçerliliğini özellikle beyni tekrar ele aldığımızda büyük bir netlikle göreceğiz. Işığın meta-fenomenal varlığı hiçbir mümkün fenomenal dünyaya doğrudan verili olamaz. Bir başka deyişle meta-fenomenal varlıklardan söz ettiğimizde sadece biz homo sapienslerin doğrudan yaşantıladığı gerçek fenomenal dünyasının değil, bütün mümkün fenomenal dün-yaların ötesinde birşeyden söz ediyoruz. Meta-fenomenal varlık bütün mümkün fenomenal dünyalara kapalı, ancak aklın sezgisine bir ölçüde açıktır. Bu noktada ortaya çıkan ve en azından bana çözümsüz gibi görünen bir sorunu bu yazıda ele almayacağım.
Teorik bilimin ilk adımından beri varolduğunu gözlediğimiz fenomenal dünya ile meta-fenomenal dünyanın ikiliğine ilişkin sezgi, bilimin temelindeki naif gerçekçi teze dayanır; varlıklarını sadece teori yoluyla kavradığımız varlıklar gerçekten de “var’dır. Ama bunların nasıl bir varlıkları olduğunu tam olarak asla bilemeyeceğiz. Bize doğrudan açık olan sadece fenomenal dünyadır ve bu dünyadaki kimi ipuçları, izler üzerine düşünürsek başka bir varlığı fark etmeye başlarız. Bu öte dünyaya geçiş için yegâne kolaylık mate-matiktir; yani fenomenal ve meta-fenomenal dünyaların ilişkisini öncelikle büyüklükler bakımından anlayabiliriz. Sonra fenomenal dünyadan çektiğimiz dilsel bazı metaforlar bakımından imkânsızı (meta-fenomenali) hayal etmeye çalışırız. Ama şu tezden vazgeçmeyiz; orada (fenomenal olanın ötesinde) gerçekten de birşey var. Bir sonraki alt bölümde göreceğimiz gibi atomlar da meta-fenomenal varlıklardır. Bu durumda teorik bilim, Kant’ın saf Akla çektiği sınırı zorlama ve aşma sanatıdır; Bachelard’ın dediği gibi “bilim ilerleyeci bir numenleşmedir” (Bachelard, 1940). Şimdi evrendeki ikiliğin, naif gerçekçiliğin kaçınılmaz mantıki sonucu olduğunu açıkça göreceğimiz beyin ile ilgili saptamalara geri dönelim.

Bir önceki alt-bölümde Penfield ve Rasmunssen deneylerinin bizim üzerimizde yapıldığını düşündüğümüzde eksik bir ifadeye yer verdiğimi belirtmiştim. Cerrah beynimizin sağ postsantral girusunun üst-iç taraflarındaki sol ayağımızla ilgili duyum bölgesini elektriksel olarak uyardığında fenomenal dünyamızda ayağımıza sıcak bir şey dokunuyormuş gibi bir yaşantılamamız oluyordu. Cerraha göreyse beynimizde belli bir elektron hareketi olmuştu. Oysa cerrahın bu düşüncesi sadece teorik olarak geçerlidir. Çünkü elektron, meta-fenomenal bir varlıktır; varlığı ancak teorik olarak saptanabilir; cerrahın fenomenal dünyasında tüm yaşantıladığı birtakım ibrelerin hareket etmesi vs. gibi şeyler olabilir; doğrudan elektronlar değil. Demek ki deney sırasında beynimizde meta-fenomenal (sadece teorik olarak kavranabilir) bir şey gerçekten de olmakta; ama biz bu meta-fenomenal şeyi fenomenal dünyamızda bir fenomen olarak yaşantılamaktayız. işte evrendeki kaçınılmaz ikilik buradadır ve bilimin temelindeki naif gerçekçi tezin kaçınılmaz mantıki sonucudur. Aradaki mekanizma ister algoritmik veya algoritmik olmayan bir tür program olsun, ister kuantal bir süreç olsun beyin yalnızca kendi üze-rinde geçen meta-fenomenal (bir ölçüde teorik olarak kavranabilir) olayları algılamakta; ama bunları fenomenal dünya olarak algılamaktadır. Üstelik burada algılama kelimesi bile tamamen metaforik (teorik) dir; yani “beynin kendini algılaması” kelimeleri, bilmediğimiz, fenomenal dünyamızda asla doğrudan yaşantılayamayacağımız, ancak teorik olarak kavrayacağımız meta-fenomenal bir sürecin yakıştırmak bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Demek ki meta-fenomenal varlık kendini beyinde fenomenal dünya olarak yaşar.

Teorik bilim insan beynini düşünmeye başladığında; daha doğrusu insan beyninin teorik zihinsel faaliyeti kendini konu aldığında, karşılaştığı bu en büyük teorik güçlüğü (yani kendini) çözebilir mi? Meta-fehomenal olanla fenomenal olanın beyindeki ilişkisi nedir? Bu problemin büsbütün çözümsüz olduğunu düşünmüyorum; dikkat edilirse bütün önemli fizik bağıntıları zaten daima fenomenal dünyaya ait niceleştirilebilir niteliklerle meta-fenomenal varlıkların niceleştirilebilir yönleri arasındaki ilişkileri ifade eder. Demek ki karşılaştığımız problem aslında yeni değildir ve daha önce mercek altına alınmamış olsa da teorik bilimin kuruluşundan beri örtük olarak zaten vardı. O halde, teorik bilimin başarılı tarihinden kalkarak kimi umutlar besleyebiliriz.

Acaba bizi kaçınılmaz olarak evrende köklü bir ikilik olduğu sonucuna götüren teorik bilimin temelindeki naif gerçekçi tez ne kadar güvenilir bir tezdir? Kütle, enerji, atom, elektron vs. gibi “varlıklarını sadece teorik olarak saptayabildiğimiz varlıklar gerçekten “var” mıdır? Peki ama, eğer “vardığını sadece teorik olarak saptayabildiğimiz atom diye birşey yoksa nükleer enejiyi nasıl üretiyoruz? Nükleer enerjiyi bırakın; cep telefonumuzla görüşmeleri nasıl yapabiliyoruz? Bu meta-fenomenal varlıkların “var”lığına ilişkin teze dayanarak ve incelikli mühendislik hesaplarıyla fenomenal dünyada yapabildiğimiz her şey dolaylı yoldan da olsa bu meta-fenomenal varlıkların gerçekten de “var”olduğunu kanıtlar. Bunlar bizim fenomenal dünyamızın uzayında ve zamanında yoksalar da gene de tam olarak bilemediğimiz bir şekilde “var’dırlar.
Bununla beraber bazı epistemologlara göre kuantum mekaniğinin en azından paradigmatik olarak egemen teorisi olan “Kopenhag yorumu”, teorik bilimin temelindeki naif gerçekçi tezin geçerliliğine gölge düşürüyor gibi durmaktadır. Şimdi bu tespitin bir yanılsama olduğunu; Kopenhag yorumunun gerçekçi bir teori olduğunu göstermeye çalışacağım.

6 c. Fenomenal dünya ve kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin çökmesi.
Paul Feyerabend, Neils Bohr’u “üst düzeyde bir pozitivist” olarak nitelediğinde en önemli mesleki hatalarından birini yapmıştı. Keza günümüz fiziğinde, bilinen Newton fiziğinin sonuna gelindiği gibi “sansasyonel” saptamalar da tam olarak doğru sayılamaz. Elbette bugün fizik, klasik kavramlarla düşünülemeyecek bir düzeyi ele almaktadır; ama yeni fizik de pozitivist değil, gerçekçidir. Her ne kadar bu gerçekçilik klasik kavrayıştan bazı sapmalar gösterse de, gerçekçidir. Yanlış anlamalar, teorik bilimin temelindeki gerçekçiliğin bir değil, iki anlamının olmasıyla açıklanabilir:
I. Meta-fenomenal (teorik) varlıklar gerçekten “var”dır.
II. Zihinden bağımsız olarak Gerçeklik gerçekten “var’dır.

Bohr’un kuantum mekaniğine getirdiği Kopenhag yorumu işte bu iki tezden yalnızca ikincisini, birincisini güçlendirmek üzere sarsmıştır. Evrende köklü ikilik olduğu tezi ilk gerçekçi teze dayanır; dolayısıyla Kopenhag yorumu tarafından zayıflatılmaz, güçlendirilir. Üstelik kuantum mekaniğinde hâlâ egemen teori olan Kopenhag yorumu rakipsiz bir teori değildir ve Einstein tarafından ileri sürüldüğü gibi muhtemelen kuantum teorisi henüz tamamlanmamış bir teoridir. Ama ben, aşağıda sanki bu teori nihai şeklini almış ve uç noktalarına vardırılmış gibi ele alacağım. Burada elbette bu büyük teoriyi bütün yönleriyle değil, tartışmaya neden olan yönüyle ele alacağım; kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin çökmesi.

Fizik, atomik olayları konu almaya başladığından beri gerçekten inanılmaz ölçüde şaşırtıcı deneysel neticeleri açıklamayı üstlenmek zorunda kaldı; maalesef bu inanılmaz deneylerden söz edecek yerim yok. 1926 yılına gelindiğinde Heisenberg pozitivist bir matematiksel matriks geliştirerek deneysel neticeleri önceden veren bağıntılar elde etti; ama bunlar hiçbir (meta-fenomenal) fiziksel varlığa göndermede bulunmuyordu, fiziksel anlam taşımayan (gerçekçi olmayan) bağıntılardı. “Toplumsal bir pratik olarak akademik” anlamda fiziğin girmek üzere olduğu bu pozitivist yolu engelleyen kişiler Einstein ve özellikle Bohr’dur. 1927’de Schrödinger fiziksel olarak anlamlı (gerçekçi), üstelik Heisenberg’inki ile aynı matematiksel neticeleri veren ve bugün de geçerliliğini koruyan denklemleri üretti. Bohr’un verdiği yorumla bu denklemler kuantum düzeyindeki varlıkların, “n” sistemdeki kuantal partiküllerin sayısını göstermek üzere 3n boyutlu Hilbert uzayında yer aldığına işaret ediyordu. İsterseniz şimdi parmağınızı masanızın üstünde bir yere bastırın; atomlar orada, parmağınızın dokunduğu yerdedir. Ama orası başka bir yerdir. Üstelik bu denklemlerin “i” (-1 ‘in karekökü) gibi “imgesel” sayıları içeren “karmaşık sayılara” yer veren lineer denklemler olması, fiziğin göz önüne aldığı bu yeni varlıkların fenomenal dünyamızda alıştıklarımızdan ne ölçüde farklı olduğu gösteriyordu. Bundan daha da anlaşılmaz olanı kuantum düzeyindeki partiküllerin, herhangi bir fiziksel deneyle (fenomenal dünyada) ölçülebilecek bir parametrenin (mesela momentumun, hızın, pozisyonun vs.) alabileceği mümkün bütün değerlere ‘üsüste binmişlik’ durumunda sahip olmasıdır. Bu “üst üste binmişlik” durumuna (burada ele alamayacağımız epistemolojik sebeplerle) “kuantum ihtimaliyet dalga işlevi” adı da verilir. Schrödinger denklemleri yanlış veya eksik olabilir ama Bohr’un verdiği yorumla pozitivist değil gerçekçidir ve. en azından atom düzeyindeki meta-fenomenal olayların fenomenal dünyadan ne kadar farklı olduğuna işaret eder. Bütün alışılmadıklığına rağmen atom fiziğinin Kopenhag yorumu bu noktaya kadar Newton’cu gerçekçiliğin devamıdır. Sorun “kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin çökmesi” kavramıyla başlar.

Bohr’un verdiği yorumla “kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin çökmesi” fiziksel ölçüm işlemiyle bağlantılıdır; Hilbert uzayında fiziksel bir parametreyle ilgili bütün mümkün değerlere “üst üste binmişlik” durumunda sahip olan bir kuantal sistemin, bu parametre bakımından belli bir fiziksel değeri alacak çekilde çökmesi; yani fiilen ölçülebilir bir değer alması bizzat ölçüm (deney) işleminin sonucudur ve enerjinin kuantum tabiatı gereği ihtimaliyetçidir. Aslında bu noktada, her ne kadar başlangıçta Einstein itiraz etmişse de, ihtimaliyetçilik veya determinizmin geçersizleşmesi de önemli değildir; evren pekâlâ ihtimaliyetçi olarak işliyor da olabilir. Esas sorun “kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin” ölçüm (deney) işleminin hangi aşamasında ve nasıl “çökeldiği” sorusuna verilen yanıtta yatar. Çeşitli ve inanılmaz derecede beklenmedik sonuçlar sebebiyle Bohr’un bu soruya verdiği yanıt “ölçüm işleminin bütünüdür, tamamıdır”. Kuantum teorisinin en ilginç yönlerinden biri olan bu tez “bütünlük ilkesi” olarak bilinir. Peki ama fiziksel ölçüm işlemi (deney) nerede tamamlanır? Bohr bu soruya açıkça yanıt vermemiş olmakla birlikte Kopenhag yorumunun önemli öncülerinden olan von Neumann açık bir yanıt vermiştir; fiziksel bir deney “insan zihninde” tamamlanır. İnsan zihni, bütünselliğinde ele alınan atomik bir fiziksel deneyin nihai parçasıdır ve kuantum dalga işlevinin çökelip, deneylenen partikülün belli bir fiziksel değer almasını sağlayan da bu son aşamadır, işte bu tez gerçekten inanılmazdır; ama yanlış olsa bile pozitivist değil gerçekçi bir tezdir.

Bohr’un bazı yorumcular tarafından pozitivistmiş gibi görünmesine neden olan tutumuysa, bütünlük ilkesinin, kuantum dalga işlevinin çökmesini nasıl sağladığının tam olarak asla bilinemeyeceğini; yani bu alanda sadece deneysel-istatistiksel bazı matematik matrikslerle yetinmemiz gerektiğini söylemesidir. Oysa bu tez de gerçekçidir. Çünkü Bohr, bütünlük ilkesiyle, kuantum dalga işlevinin çökmesi arasındaki ilişkiyi araştırmanın meta-fızik olduğunu ileri sürmüyordu; bu ilişkinin maddenin kuantum yapısı nedeniyle asla bilinemeyeceğini ileri sürüyordu. İşte muhtemelen Feyerabend (ve başka bazı bilim felsefecileri) bu ince ayrımı fark etmemiştir.

Şimdi von Neumann tipi aşırı güçlendirilmiş bir Kopenhag yorumunun nasıl bir çerçeve çizdiğine bakalım. Çevremizde her an atomik olaylar olur; biz ölçmesek de her an farkında olmadan fiziksel ölçümler (deneyler) yaparız; gözümüze gelen fotonların yol açtığı elektron akımlarının beynin atomlarında elektron akımlarına yol açmasıyla görme olayının gerçekleşmesi vs. Bir başka deyişle görme olayı bir ölçümdür; deneydir. Bilimsel bir deneyi bu gündelik deneyden (deneyimden) ayırt eden tek şey üzerinde belli bir şekil-de düşünülmesidir. Aslında her an istesek de istemesek de fiziksel deneyler yaparız; ama üstünde düşünmeyiz, hepsi bu. Öyleyse Kopenhag yorumunun aşırı bir güçle vurgulanması durumunda (yani kuantum ihtimaliyet dalga işlevinin çökmesinin zorunlu olarak insan beyninin zihinsel faaliyetini gerektirdiği tezine göre) eğer insan zihni olmasaydı çevremizdeki fiziksel olayların hepsi “Hilbert uzayında üst üste binmişlik durumunda ihtimaliyet dalgası” olarak mı kalacaktı? Evrenle (evrenin gerçekleşmesiyle) “zihin” bu ölçüde karmaşık bir ilişki içinde olabilir mi? Bir anlamda evreni bir tür zihin mi kuruyor? Tabii ki teorisi yapılmamış, ama pek çok fizikçinin kişisel olarak inandığı gibi “sanki her şey dışardan bir zihin evrene veya zamanın sonundan zamana bakıyormuş gibi mi” kuruluyor? Teorik fizik topu topu üç yüzyıl gibi kısa bir zaman içinde Tanrıyı bulamadıysa da kapısına dayanmış olabilir mi? İşte “Schrödinger’in kedisi”nden “Wigner’in arkadaşı”na ve hatta EPR paradoksuna kadar şaşkınlık veren bütün fiziksel paradoksların altında bu inanılmaz tez vardır. Zaten Einstein’ı da Kopenhag yorumuna cephe almaya ve kuantum teorisinin henüz tamamlanmadığını ve bilmediğimiz bazı “gizli değişkenler” olduğunu savunmaya yönelten en önemli neden determinizmin çöküşünden ziyade bu tipte paradokslardır. İtirazların, benim de paylaştığım derin sezgisi ise kanımca şudur; Tanrıya ulaşmak bu kadar kolay olamaz… Bununla birlikte 1935 yılında Einstein’ın arkadaşlarıyla birlikte örtük olarak Kopenhag yorumunun yetersizliğini ve henüz tamalanmadığını göstermek için geliştirdiği sanılan düşünsel (ve muhtemelen ironik) EPR deneyi Kopenhag yorumunun en büyük deneysel zaferlerinden biri olmuştur. EPR, muhtemelen insan beyninin yapısıyla da alakalı olduğu için bu oldukça karmaşık düşünsel deneyi mümkün olduğunca basit bir modelle ifade etmeye çalışayım.
Bazı kuantal sistemlerin birbiriyle ileri şekilde “dolanışık” olduğu bilinmektedir. Mesela belli bir fiziksel z parametresi bakımından fenomenal olarak ölçülebilir 1 veya 2 gibi iki değerden yalnızca birini alabilen bir a partikülü, b gibi bir partikülle dolanışık olsun. Bu durumda fiziksel z parametresi açısından a, 1 değerini aldığında b, 2 değerini alacak veya a, 2 değerini aldığında b, 1 değerini alacaktır. Düşünsel EPR deneyine göre Kopenhag yorumu doğruysa şöyle bir durumu kurgulayabiliriz. İlk adımda (iyice abartarak söylüyoruz) a ve b’yi evrenin birbirinden en uzak iki köşesine götürelim. Şimdi evrenin iki ucundaki a ve b’nin her ikisi de Hilbert uzayında fiziksel olarak ölçülebilir bir z parametresi bakımından 1 ve 2 değerleri üst üste binmişlik durumundadır. Şimdi a üzerinde bir ölçüm (deney) yaparak ihtimaliyet dalga işlevini çökeltelim; diyelim a, ölçüm sonunda ihtimali olarak 1 değerini alsın. Bu durumda evrenin öbür ucundaki b anında 2 değerini alacaktır; b üzerinde yapılan ölçüm 2 değerini verecektir. Peki ama b, evrenin öteki ucundaki a’nın hangi değeri aldığını anında nasıl bilebilir? Böyle bir sonuç inanılmaz ölçüde şaşırtıcıdır ve kuantum mekaniğinin “yerel olmama” ilkesi şeklinde ifade edilir. Bu durumda gündelik sağduyuya bakarak aslında ‘kuantum dalga işlevinin çökmesinin filan olmadığını; a’nın daha baştan 1, b’nin de 2 değerinde olduğunu, ölçümlerin de sadece bu baştan belirlenmiş durumu saptadığını söyleyebiliriz. Oysa Bohr’un Kopenhag yorumuna karşı bir ironi olarak düşünsel EPR deneyini ileri sürerken Enistein’ın örtük olarak telkin ettiği seçenek biraz daha karmaşıktır; Einstein, EPR’nin fiilen yapıldığında kendi öngördüğü sonuçları vereceğini biliyordu. Onun örtük olarak telkin ettiği seçenek a ve b arasında bazı gizli kuvvetler aracılığıyla bir et-kileşim olması gerektiği; yani bazı “bilinmeyen değişkenler” olması gerektiği, dolayısıyla da kuantum teorisinin henüz tamamlanmadığı yolundaydı. Kuantum mekaniğinin aldığı yönden rahatsız olan ve akademik arenayı toplumsal olarak etkili bir şahsiyet olan Bohr’a terk ederek inzivaya çekilen Einstein, iki büyük teori geliştirmiş olmanın da verdiği bir kendine güvenle kuantum mekaniğini de içererek açıklayacak, surclasse edecek “birleşik alan teorisini” geliştirmeye çalıştı; bu defa başarılı olamadı.

Şimdi ilk bakışta EPR’nin iki mümkün açıklaması; “yerel olmama” ile “gizli değişken”ler kuramları deneysel olarak ayırt edilemez. Oysa 1960’larda John Bell bazı karmaşık durumlarda ve bazı özel istatistik yöntemleri kullanarak bu iki durumu matematiksel olarak ayırt etmenin yolunu bulmuş ve 1980’lerde de Alein Aspect, Bell tarafından matematiksel olarak netleştirilmiş EPR deneylerini fiilen yapmıştır. Sonuç bir kez daha inanılmazdır; Kopenhag yorumu doğrudur, fiziksel olarak etkili “gizli değişkenler” yoktur. Kabul edilmesi güç olmakla birlikte pek çok deneyin doğruladığı gibi “dolanışık” kuantum sistemleri inanılmaz bir koherans içinde ve “yerel olmayan” bir şekilde anında birbirlerinin durumundan haberdar olarak fiziksel olarak ölçülebilir (fenomenal) değerlerini kazanırlar. Einstein’ın düşünsel “ironik” EPR deneyinde öngördüğü sonuçlar doğrudur; ama ironi, sahibine geri dönerek ciddiye binmiş ve Bohr, her ikisinin de ölümünden sonra bir kez daha partiyi kazanan taraf olmuştur; tıpkı yaşamlarında olduğu gibi. îşte beynin de böylesine büyük bir kuantum koheransı gösterdiği; beynin bir köşesinde geçen bir elektron olayının anında beynin bütünündeki atomları etkilediği ve bunun da insan fenomenal dünyasının bütünselliği ile bağlantılı olduğu düşünülmekte ve bugün bazı araştırmacılar tarafından beyindeki bu koheransın oluşmasında sinir hücrelerindeki “mikrotübül” adı verilen anatomohistolojik yapıların rol oynadığı ileri sürülmektedir. (Penrose, 1989, 1994a, 1994b), (Penrose ve Hameroff, 1996). Şimdi kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumunun, bilimin temelindeki naif gerçekçi tezle ne bakımdan çeliştiğini ve bu durumda evrendeki ikiliğin nasıl bir görünüm alacağına bakalım. Bu yazının kavramları açısından Kopenhag yorumu da meta-fenomenal varlıkların gerçekten “var” olduğunu kabul eder; demek ki gerçekçi tezin yukarda verilen I. anlamı geçerlidir. Öyleyse kuantum mekaniğinin uç noktaya vardırılması durumunda meta-fenomenal varlığın fiziksel olarak ölçülebilir (fenomenal) değerler kazanması için gerçek bir fenomenal dünya gereklidir; yani homosapiens beyninin veya başka bir beyin tipi organın kendini algılaması olan ve mümkün fenomenal dün-yalardan yalnızca biri olan gerçek bir fenomenal dünya gereklidir. Bu durumda evrenin ikiliği tezi aşırı yüklü bir vurgu kazanır. Öte yandan Kopenhag yorumunun uç noktaya vardırılması gerçekligin gerçekten varlığı tezi çerçevesindeki gerçekçi tezin II. anlamını kısmen de olsa çiğner; bu durumda insan zihni (veya benzeri bir zihin olmaksızın) gerçeklik oluşamaz. Çünkü meta-fenomenal varlığın fiziksel parametreler bakımından belli bir değer kazanması doğrudan insan (veya benzeri tipte) zihnin (gerçek bir fenomenal dünyanın) varlığına bağlanmıştır. Ne kadar garip görünürse görünsün bu tez de pozitivist veya amprisist değil, gerçekçib’n tezdir. Yani kuantal bir meta-fenomenal varlığın, fenomenal bir değer kazanması gerçekten de gerçek bir fenomenal dünyanın varlığını gerektirir. Bu tipte aşırı uçsallaştırılmış bir Kopenhag yorumu evrendeki ikiliği aşırı ölçüde güçlendiriryorsa da sağduyuya aykırı bazı sonuçlar verir. Neden?

En azından jeokronolojik bakımdan kambriyen öncesi dönemde gezegenimizin herhangi bir zihin içermeyen bir evren parçası olduğunu düşünebiliriz; gerçek bir fenomenal dünyanın en küçük bir canlıyla birlikte var olduğunu düşünsek bile muhtemelen üçbuçuk milyar yıldan eski dönemlerde gezegenimizde en ilkel tipte bile hayat yoktu. Evrimsel biyo-fızik açısından bugün gezegenimiz üzerinde gözlediğimiz tipte bir canlılığın ortaya çıkması su ve ışık gerektirir. Oksijen atomunun özel yapısı itibariyle hidrojen atomlarıyla elektron ortaklaşması yoluyla oluşan zayıf ölçüde polarize bir molekül olan H20’nun (suyun) sentezi kuantal bir olaydır. Keza fotonların (ışığın), atomların dış yönüngelerindeki elektronların enerji değerini yükselterek doğal bir pil halini almasına sebep olmaları da yaşamın ortaya çıkmasının koşulu olan, kuantum düzeyinde bir olaydır. Gezegenimiz tipi bir yaşam ise “makro”fızik düzeyinde yer alır; bu makro düzeye geçiş ise kuantum dalga işlevinin çökmesini gerektirir. Ama o eski zamanlarda gezegenimizde gerçek bir fenomenal dünya olmadığına göre kuantum dalga işlevleri nasıl çökelmiş ve canlılık nasıl ortaya çıkmıştır? Kopenhag yorumunun von Neumann’ın tarzında bir uç noktaya vardırılması örtük olarak “Tanrısal bir zihni” yardıma çağırmak zorunda kalır ki, işte Newton’cu sezgiye esas aykırı olan budur; Tanrı işe böyle karışmaz. Bu nedenle uç noktaya vardırıldığında istenmeyen sonuçlar veren Kopenhag yorumu, Einstein’ın düşündüğü gibi henüz tamamlanmamış bir teori olmalıdır; tamamlanmış bir kuantum teorisinin zihinden bağımsız olarak da gerçekliği ifade edebilmesi gerekir. Ama öte yan-dan Newton’cu sezgimiz belki bizi yanıltıyordur; Kopenhag yorumu tamamlanmış da olabilir. Anlaşılan, Einstein ve Bohr arasında seksen yıl kadar önce başlayan tarihi tartışma önümüzdeki yüzyılda da sürecektir. Her ne kadar şimdiye değin galip gelen daima Bohr olmuşsa da nihai zaferin Einstein’a kalacağını düşünenlerin sayısı giderek artmaktadır; elde artık bazı deliller (tünelleştirme olayları vb) vardır (Pehrose, 1994; Omnes, 1994; Whitaker, 1996; Honner, 1987).

Teorik bilimin gelecekte kendi içinde izleyeceği yol ne olursa olsun, kendi olarak teorik bilim her türlü fenomenolojinin (ve pozitivizmin) eksikliğini ve tek yanlılığını ortaya koyar. “O balıklar ki derya içinde yaşarlar, deryayı bilmezler”. Fenomenoloji, ister tarihselci-yaşam felsefeci-yorumsamacı yüzüyle (Heidegger), ister transandantal yüzüyle (Husserl) ortaya çıksın tanımı gereği daima meta-fenomenal varlığa kapalıdır; bu nedenle de ancak eksik ve yanlış bir bilgi ortaya koyabilir. Fenomenoloji, fenomenalin kendi içinde kalınarak kendi iç dinamikleri bakımından anlaşılabileceği varsayımına daya-nır. Demek ki fenomenoloji bütün “kendiliğindenlik”, açıklık, doğrudanlık iddialarına rağmen bir tez niteliğindedir. Ama bu fenomenolojik tez, köktenci biçimiyle ortaya konduğunda yanlış bir varsayımdır; çünkü bizzat fenomenal dünyanın ortaya çıktığı yer (beyin), meta-fenomenal bir organdır. Bununla birlikte fenomenolojinin büsbütün yanlış olduğu söylenebilir mi; fenomenolojinin belli bir doğruluk, geçerlilik değeri yok mudur? Fenomenalin kendi içinde anlaşılabilecek bir yönü yok mudur?

Teorik bilim, meta-fenomenal varlığı büyüklüklerden kalkarak ve metaforik bir dille anlamaya çalışır. Bu durumda uzunca bir süre büyüklük bakımından ifade edilebilir gözükmeyen niyet ve anlam gibi fenomenal gerçeklikler yalnızca fenomenal dünya içinde kalınarak anlaşılabilecek, teorik olarak anlaşılamayacak gerçekliklermiş gibi görülmüştür. Ancak beynin kuantum yapısının aydınlatılması durumu değiştirmektedir. Fakat en azından şimdilik bizzat meta-fenomenalin kendisinin niyet ve anlam bakımından incelenmesi teorik bilimin konusu değildir ve eger vahiy yoksa ancak derin sezginin konusu olabilir. Böyle bir sezginin gelişmesinde teorik bilim önemli bir rol oynayabilirse de bu sezgi teorik bilimin bilinen araçlarıyla ifade edilebilir gibi gözükmez. Eğer modern düşünce tartışmalarının örtük konvansiyonel centilmenlik kuralı gereği laik sınırlarda kalınacaksa, fenomenal dünyanın niyet ve anlam bakımından anlaşılması yalnızca fenomenal dünyanın kendi iç dinamikleriyle sınırlanmalıymış gibi bir anlayış gelişir ki; laik fenomenolojinin farkında olmadan üstlendiği evren görüşü (tezi) de budur. Fenomenal dünyanın bir ölçüde olsun niyet ve anlam bakımından kendi içinde kalınarak (yani meta-fenomenale başvurmadan) anlaşılabilecek bir şey olup olmadığı yukarda ele aldığımdan çok daha ağır bir felsefi tartışmayı gerektirir; bu yazı çerçevesinde üstlenemeyeceğim bir vazifedir bu.

Fakat, günlük sağduyunun da üzerine kurulu olduğu bu naif fenomenolojik tez (fenomenal dünyanın niyet ve anlam bakımından yalnızca kendi içinde kalınarak anlaşılabileceği tezi) klasik anlamda bilimsel (meta-fenomenal) teorinin sınırlarında olmasa da gene de teorik bazı özellikler taşıyan psikanaliz tarafından bile sarsılabilir gözükmektedir. Bununla birlikte psikanaliz de sorunsuz bir teori değildir ve esası itibarıyla psikanaliz bu yazıdaki küçük polemiğin konusu dışında bırakılmıştır. Demek ki Kantçı yaklaşımı bir anda tersyüz ederek sarsacak bir soru; yani “bilim olarak fenomenoloji nasıl mümkündür?” sorusu çerçevesinde belirlenen sorunsal bu yazı çerçevesinde ele alınabilir gözükmemektedir.

6 d. Evrenin ikiliği tezi aşılabilir mi?
Evrenin ikiliği tezi bugünkü bilgi düzeyimizle bağlantılı ve gelecekte aşılabilir bir tez midir? Hayır. Bu yazıda ortaya koyduğum biçimiyle bu tez nihai, zorunlu ve kesin bir doğrudur; aşılamaz. Neden?

Beyin felsefesiyle birlikte ileri sürdüğüm tez herhangi belli bir fiziksel teoriyle bağlantılı değildir; elimizdeki teoriler tamamen farklı olsaydı veya yanlış olsaydı bile evrenin ikiliği tezi değişmezdi. Çünkü bu tez (fenomenal dünya ile meta-fenomenal varlığın ikiliği tezi) klasik madde-zihin ikiliğinin tartışıldığı natüralist ontolojinin zeminini eleştirili olarak aşar; eleştirili bir natüralist ontoloji ortaya koyar. Bir örnekte görelim. Yukarda da değindiğim gibi Bohr’un kuantum mekaniğiyle ilgili Kopenhag yorumu paradigmatik anlamda halen egemen teori olmakla birlikte rakipsiz değildir; aynı deneysel neticeler başka teorilerle de düşünülebilmektedir. Özellikle Einstein ve Broglie’nin tezlerini geliştiren David Bohm’un ” nedensel kuantum teorisi” akademik çevrelerde giderek daha etkili olmaktadır. Bu teoriyi bir şekilde animistikolarak nitelemenin yanlış olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu teori “zihin-benzeri” özelliklerin (tabii bilinç, duygu, düşünce vs. gibi antropomorfık özelliklerden söz etmiyoruz, ama neden söz ettiğimizi de tam olarak bilmiyoruz) maddenin en küçük partikülünde, mesela elektronda bile var olduğunu ileri sürer. İleri derecede karmaşık matematik formülasyonlara yer veren bu teoriye göre kuantum mekaniğinin karşılaştığı inanılmaz deneysel neticeler, her bir partiküle eşlik eden “kuantum alanı”yla (“pilot dalga” ile) açıklanır. Ancak partikülle “pilot dalga” arasındaki ilişki klasik anlamda fiziksel bir etkileşme değil, bir tür enformasyon akışıdır. Yani partikül, eşlik eden kuantum alanı (pilot dalga) sayesinde deneyin bütününden haberdar olarak davranır. Tıpkı radar sistemiyle yolunu bulan otomatik pilota bağlanmış bir uçak gibi. Bu teorinin üstün tarafı Bohr’un açık bıraktığı ve yanıtlanamaz olarak nitelediği soruya; yani deneyin bütününün nasıl olup da ölçüm işleminde elde edilen neticeyi belirlediği sorusuna nedensel bir yanıt vermiş olmasıdır. Fakat burada klasik anlamda fiziksel bir nedensellik söz konusu değilidir; aktif anlamda enformatik bir süreç söz konusudur artık (Bohm, 1980). Üstelik EPR ile ilgili Einstein tarafından ileri sürülen “bilinmeyen değişkenler” tezi de tekrar canlanmaktadır. Çünkü gerek Einstein, gerekse John Bell, klasik anlamda fiziksel bir etkilinin (kuvvetin vs.) “bilinmeyen değişkenler”i oluşturduğunu düşünmüş ve Aspect deneyleri de EPR’de böyle klasik bir değişkenin olmadığını göstermişti. Şimdi eğer “gizli değişken” böyle enformatik bir süreçse Aspect deneyleri, Einstein’ın örtük tezini (gizli değişkenleri) geçersizleştirmiş olamaz. Keza bu çerçevede kuantum koheransı da belli bir açıklık kazanır.

Bohm’un kuramının bir başka özelliği de bilinç, zihin gibi insani özelliklere fiziksel bir ön-açıklama getirmeyi denemesidir. Bu durumda zihin, çok sayıda partikülün düzenli bir örgütlenmesinin üst düzeyde oluşturduğu bir “kuantum alanı” olacaktır. Böylece Bohm klasik madde-zihin ikiliğini aşmaya çalışmakta; zihni, en elemanter partiküllerinde bile “zihin-benzeri” özellikler taşıyan maddenin üst düzeyde bir örgütlenmesi olarak görmektedir (Bohm, 1990). Keza fizikten beyin fizyolojisine yönelen bu spekülatif yardımın, Bohm’un teorisinden (söz etmediklerine göre) habersiz görünen bazı nörofızyologların yaklaşımıyla belli bir yakınlık göstermesi ilginçtir. Sözgelimi DNA molekülünün yapısını çözdüğü için Nobel ödülüne layık görülen Francis Crick görmeyle ilgili “binding problem”i çözmeye yönelik yaklaşımında bilincin, beynin 38-40 Hertz’lik elektromagnetik osilasyonuyla alakasını göstermiştir (Crick, 1994). Keza Benjamin Libet de “bilinçli zihin alanı” teorisini uzun zamandır savunmaktadır (Libet, 1993).

Bohm’un teorisi doğru olsa bile; yani insan zihni, en elemanter partiküllerinde dahi “zihin-benzeri” özellikler taşıyan maddenin üst düzeyde bir örgütlenmesi olsa ve zihin-beden ikiliği natüralist düzeyde aşılsa dahi (ki gerçekten de böyle olabileceğini düşünmemek için sebep yoktur) bu yazıda ileri sürdüğüm eleştirili natüralist ikilik tezi geçerliliğini korur. Çünkü burada klasik madde-zihin ikiliğinin tartışıldığı naif natüralistik zemini, eleştirili olarak aşan bir tez ileri sürdüm. Hareket noktam evreni açıklamaya çalışan teorilerin meta-fenomenal varlıklarının gerçekten de “var”olması tezine dayanıyordu. Bir başka deyişle öncelikle teorilerle evreni böyle (yani meta-fenomenal yönüyle de) düşünmek zorunda kalıyorsak evren aslında nasıl olmalıdır sorusuna yanıt aradım. Yaşantılama olarak gerçek fenomenal dünyanın var olduğunu zaten doğrudan biliyoruz; doğrudan yaşıyoruz. Ama fenomenal dünyanın ortaya çıktığı beyni açıklamak için daima meta-fenomenal (varlığı ancak teori yoluyla kavranabilir) varlıkların gereçekten de “var”olduğunu kabul etmek zorunda kalacağız. Bu meta-fenomenal varlıklar ister Kopenhag yorumuna, ister Bohm kuramına, ister henüz bilmediğimiz bir başka kurama göre düşünülsün, fenomenal olmadıklarına göre sonuç değişmez.

Son bir not olarak bilinci-zihni açıklamak için beynin kuantum düzeyinde değil sinir hücreleri ve sibernetik enformasyon süreçleri bakımından başvurulan (şahsen itibar etmediğim) bir teori doğru olsa bile ikiliğin değişmeyeceğini vurgulamak isterim. Benzeri bir tutum, bu yazıda bir bakıma tezlerini geliştirmeyi denediğim David Chalmers (dipnota bakınız) karşısında Thomas Clark tarafından güçlü bir biçimde savunulmuştur (Clark, 1994). Ayrıntılarına girmek istemediğim bu ciddi tartışmada kazanan taraf Clark olsaydı bile sonuç değişmezdi; çünkü işlevselci yaklaşımların ileri sürdüğü anlamda enformasyon da beynin enformasyon süreçleri de en az “kütle” kadar meta-fenomenaldir; “var”lıkları ancak teorik olarak kavranabilir. Sonuç itibariyle beyin, ancak teorik olarak kavranabilir (meta-fenomenal) varlıkların dinamiklerini fenomenal dünya olarak yaşadığına göre evrende zorunlu bir ikilik vardır; fenomenal dünya ve meta-fenomenal varlığın ikiliği. Bütün teorik fizik teorileri gibi beynin fizik teorisi de bu iki varlığın ilişkilerini arayacaktır; üstelik tam da her ikisinin de ortaya çıktıkları yerde. İşin ilginç yönü şudur; bir beyni açın; orada ne fenomenal dünyayı, ne de meta- fenomenal varlığı görürsünüz. Sadece yağlı bir et parçasıdır o; ne kadar sıradan. Ama olağanüstü.

7. Heidegger’in Talihsiz Bir Yazısından Hareketle.
Heidegger bilimi şu tanımla sabidemek, kuşatmak, çerçevelemek ister; “bilim reel-olanın teorisidir” (Heidegger, 1954). Tabii ki bilimin neliğini ifade etmek için ileri sürülebilecek binlerce tanımdan Heidegger’in lafı getirmek istediği yere en elverişli olanını seçmek gibi bir hakkı vardır; mesela ben de bu yazı çerçevesinde teorik bilimi, meta-fenomenalin teorisi olarak ifade edip çerçevelenemezliğiyle vurgulamayı tercih ederdim. Üstelik bu tanım neredeyse totolojik bir doğruluk payı taşırdı; çünkü yalnızca meta-fenomenalin incelenmesi teorik olabilir. Konumuza dönersek bu tanımla Heidegger lafı nereye getirmek istemektedir; daha doğrusu Heidegger’de laf nereye gelmek istemektedir? Etimoloji sayesinde her şeyin doğru düşünülmesinin, daha doğrusu “kelimenin konuşmasının beşiği ve koşulu olan Eski Yunancaya girmeden önce, reel-olanın (das Wirkliche) işlemek fiiliyle bağını göstermekle işe başlar Heidegger. Bu noktada İngilizcesinden hareketle yapılmış başarılı bir çeviri gibi duran Türkçe metinde kavramın işlemek le değil, çevirmeni de tatmin etmeyen “to work” fiilinden hareketle çalışmak şeklinde karşılanmış olmasını tartışmak, Heidegger’in nasıl düşündüğünü anlamamıza vesile olabilir. Aynı sözcüğü Fransızların “travailler’yle değil, “oeuvrer”yle karşılamalarının da gösterdiği gibi Heidegger burada daha çok özne dışı, nesnel bir süreci anlatmak istemektedir. Yirmi yıl kadar önce yaşlı Kıbrıslı Türk köylüler “Nasılsın?” sorusuna “işlerim” diye yanıt verirlerdi. Anladığım kadarıyla bu yanıt, yaşam bildik seyrinde akıp giderken otomatikleştikleriışı yaparak çalıştıklarını anlatırdı. Bugün çalışmak kelimesini daha çok özne merkezli bir edim gibi, işlemek fiilini ise daha çok nesnel bir anlamda kullanıyoruz. îşte Heidegger’in öznelci nesnelciliğinin kastettiği, artık iyice bildiğimiz gibi, öznede işleyen bu işleyiştir.

Teori kelimesinin etimolojisi ise bizi “mevcut olan şeyin gizinden-çıkmasına saygı dolu bir kulak kabartma” anlayışına götürecektir. Böylece “reel-olanın teorisi” ifadesi yaklaşık olarak daha önce (ilk bölümde) Varlık ve Zaman bağlamında ele aldığımız fenomenoloji kavramına benzer bir anlam kazanacaktır. Oysa modern bilimde bu anlam unutulmuştur; özellikle Latincede “işlemek” kelimesi daha özne merkezli, daha aktif (çalışma ‘ya yakın) bir anlam kazandığından beri. Kısaca Heidegger’in lafı getirmek istediği nokta “işleyen-iş”in kendini görünür kılmasına, ifşa etmesine saygıyla açık olmamız gerekirken, klasik Batı metafiziğinin yaptığı gibi çağdaş bilimle de onu (varlığı, çerçevelenemez olanı) kavramlarla sabitleyip sarmaya, kuşatmaya, çerçevelemeye çalışmakta olduğum uzdur. Yandaşı çağdaş teknolojinin yardımıyla ince (haince) deneysel ortamlar (tuzaklar) kuran bilim, tıpkı çağdaş teknoloji gibi çerçevelenemez olanı tutsak almaya, kuşatmaya, güce dönüştürmeye çalışmaktadır. Oysa bu işleyiş çerçevelenemez.

Sadece bir Alman’a veya en azından bir Avrupalıya belki bir şeyler söyleyen; ama bize hiçbir şey söylemeyen Almanca, Latince ve (üstelik orijinal metinde orijinal ortografıye göre yazılmış) eski Yunanca kelimelerin uzun ve sıkıcı etimolojik incelenmelerinden sonra ulaştığımız sonuçlardan biri budur. Peki, bütün bunları ileri sürmek için eski Yunancaya, etimolojye vs. ne gerek vardı? Etimolojik uğraşlar bu iddiaların doğruluğuna ne ölçüde kanıt oluşturur, diye sorarsak Heidegger’in felsefi müdahalesinin gerekçesine; yani varlığı unutarak otantik yaşamını kaybeden (metafiziğe düşen) Avrupa halklarının uyarılması çabasına ulaşırız. Sadece kendi dilsel cemaatine (Avrupalıya) konuşan Heidegger, geçmişe bugünden bakarak onu, kendi modern diliyle (ve ideolojisiyle) yorumlayan modernist tarihi tersyüz etmekte; bugünün Avrupasına antik Yunandan ve eski Yunancadan kalkarak bakmaya çalışmaktadır. Şahsen bu çabanın bütün “Silezyalı” politik geriliğine rağmen kimi bilgece yönleri olduğunu düşünüyorum. Ama bu bilgeliğin olduğu gibi alındığında en azından Avrupalı bile olmayan aydınlara ne söylediğini anlamakta güçlük çekiyorum. Heidegger Almanlara, hadi hadi Avrupalılara konuşur. Barok bir Türk Heideggerciliği yapmak, mizah duygusundan yoksun bir Heidegger’i bile güldürecek bir imitasyon olmaz mı?

Öncelikle Heidegger’in çağdaş bilime ilişkin saptamalarına, sonra kendisine çevirmek üzere bir ölçüde olsun hak vermek istiyorum; şimdi kendi olarak teorik bilimi değil, onun toplumsal bir pratik olarak çağdaş-tarihsel akademik gerçekleşmesini söz konusu edeceğim. Bir örnekle başlayalım; insanlık tarihinin en büyük dört-beş teorisinden ikisini (özel ve genel görelilik kuramlarını) geliştirmenin dışında bir başka büyük teorinin (kuantum mekaniğinin) kurulmasının öncülerinden olan, dahası fiziğin bütün alanlarına çok önemli katkılarda bulunan, üstelik kendi kuramlarını test etmek üzere yapılan deneysel çalışmaların çoğuna katılmayan Einstein’ın, kuantum teorisine önemli katkısı yanında teknolojik yararlılığı hemen fark edilen ve deneysel yönü de olan bir kaç çalışmasından biri (foto-elektirik olay) nedeniyle Nobel ödülüne layık görülmüş olması, skandal olmanın ötesinde bir noktaya işaret eder. İlaç endüstrisi, araştırma bursları, akademik kadroların denetimi, teknolojik açıdan yararlı görülen bilimsel çalışmaların ödüllendirilmesi, bilim adamlarının teorilerinin ticari ve teknolojik sonuçlarının denetlenmesinde hiç bir hakkının olmaması vs. gibi başlıkların hemen işaret ettiği gibi, çağdaş akademik bilim geniş ölçüde kapitalist oyunun içindedir ve bu oyun tarafından geniş ölçüde belirlenir; günümüzde pratik (toplumsal-tarihi) akıl, teorik aklı tutsak almıştır. Aslında homosapiens’in yapısı itibariyle genellikle böyle olmuştur durum; çünkü şempanzelerde olduğu gibi bu primat türü için de psikolojideki terimiyle “toplumsal zekâ” belirleyicidir, esastır. Ama nasıl avcılık yalnızca toplumsal bir oyun (pratik) değilse, oyun dışı doğaya uygun özel bir yol, yordam, yöntem gerektiriyorsa, insan beyninin teorik zihinsel faaliyetinin de oyunu da içererek gene dışında kalan evrene yönelik “özerk” bir alanı vardır. Öyleyse Heidegger’in sandığı gibi Avrupa’nın gidişinden teorik bilim (ve mühendislik, metafizik vs.) mi sorumludur, yoksa tam tersine teorik bilimin bu akademik halinden pratik (toplumsal-tarihi) akıl mı sorumludur? Bu maymunlar cehennemindeki oyundan, Dilthey’ın deyimiyle “damarlarında kan dolaşarak” oyunu içerden çok güzel anlayan işadamları, kahramanlar, komutanlar, devlet adamları, naziler ve belki biraz ağır olacak ama rektörler duruken fizikçileri sorumlu tutmak biraz “yavuz”luk olmaz mı? Kısacası bir türlü “Silezyalılık”tan öteye geçemeyen Heidegger bir hakikati görüyor; ama başaşağı görüyor.
Sokratik diyaloglar bir konunun uzmanının, uzmanı olduğu şeyin anlamını bilmediğini göstermeye dayanırdı. Sanki bu dönemde yaşayan bir filozof gibi bilimin kendisinin ne olduğunu bilemeyeceği (ama bir filozof olarak elbette kendisinin bileceği) sonucuna varan Heidegger’e göre “Fiziğin kendisi, bir fiziksel deneyin mümkün bir nesnesi değildir . Kulağa hoş geliyor. Ama romantik filozof aslında hiçbir fiziksel deneyde teori olarak bizzat fiziğin kendisinden basjza hiçbir sseyin denenmediğini, sınanmadığını anlamamıss görünüyor. Bilimsel deneyde denenen varlık değil, bilim olarak insan teorik zihinsel faaliyetidir, bilim olarak kendi teorik önyargılarıdır.
Heidegger’in teorik bilime yönelik bütün bu sataşmaları aslında hiçbir zaman bilimsel deneylerin yapıldığı bir labaratuvarı görmediğini düşündürüyor. Aslında deneysel çalışmaların yapıldığı bir laboratuvara girdiğimizde ilkece günlük hayatımızda çay veya yumurta pişirirken, elektirik düğmesine basarken, televizyonu açarken, gözlük takarken, tavuklara yem verirken veya balık ayıklarken yaptığımızdan farklı şeylerin yapılmadığını görürüz. Galileo evrenin matematiğin diliyle yazılmış bir kitap olduğunu söylemişti. Belki şöyle de denebilir; evren büyük bir deney tüpüdür. İnsani deneyimi bilimsel deney haline getiren esas unsur onun (teorik) düşünülüş tarzıdır; o halde deney özel bir tip deneyimdir bir bakıma. Peki, deneyin bu teorik düşünülüş tarzı nereye kadar uzanır? Heidegger’in düşünemeyeceği noktalara kadar; bilimin ne olduğuna kadar. Bu konuda fikir sahibi olmak isteyen herkes Lobaçevski geometrisinin kuruluşundan, Gödel teorimine, Einstein tarafından “özel ve genel görelilik teorisi”nin kurulmasından özellikle Einstein-Bohr tartışmasına kadar uzanan bir alana yayılan bilim tarihini inceleyebilir. Heidegger’e göre “Bizzat matematiğin kendisinin ne olduğunu matematiksel hesabetme yoluyla hiçbir zaman keşfedemeyiz”. Ama Lobaçevski geometrisi Öklid geometrisinin ne olduğunu göstermeye yarar. Gödel teoremi, mate-matiğin aksiyomatik bir sisteme indirgenemeyeceğini gösterir. Bohr’un Heisenberg’e müdahalesi fiziğin esasının ne olduğunu anlatmaya yöneliktir. Özel ve genel görelilik teorileri Galileo-Newton fiziğinin açıklamasıdır. Einstein-Bohr tartışmasında fiziğin dilinden, gerçekçiliğin ne olduğuna, fiziğin ne olduğuna kadar inanılmaz incelikte tartışmalar yürütülmüş ve deneyle sınanmıştır; adeta “deneysel bir felsefe”dir bu tartışmalar. Heidegger “fiziğin kendisi bir fiziksel deneyin mümkün nesnesi değildir,” diyor. Aslında bir fiziksel deneyin mümkün nesnesi bizzat fizikten başka bir şey olamaz.

Heidegger’in, teorik bilime ilişkin bütün çarpıtmalarına rağmen, burada ele aldığım yazısının sonunda (gereksiz bir şıklıkla lafı dolandırarak ifade etmişse de) bir doğruyu tespit ettiğini teslim ediyorum. Bu doğruyu kendi kelimelerimle açıkça şöyle söyleyeyim; elbette bilim bütünsel ve derin bir sezginin yerini alamaz. Ama bütünsel ve derin sezginin yerini başka hiçbir şey; felsefe, din, sanat vs. de alamaz. Elbette derin sezgi yoluyla bütünsel anlamaya giden yollar vardır ve bilim de bunlardan biridir. Ama teorik bilim, sezginin çok sağlam bir yoludur.

8. Psikanaliz ve fenomenoloji:
Anlama ve hakikatin tarihsel-kültürel-dilsel olduğu tezinin kendisi tarihsel-kültürel-dilsel olamaz. Bu tez yanlıss bir evrensel-metafizik tezdir; çünkü kendisiyle çelisj-ktir. Bu alt bölümde Heideggerciliğin kendi içinde tutarsızlığına işaret ederek eleştirili bir psikanaliz kuramının fenomenolojiye alternatif bir ara alan olarak geliştirilebileceğini henüz zayıf ve geliştirilmemiş bir tez olarak telkin etmeye çalışacağım. Gerek Heidegger’in gerekse Gadamer’in psikanalizden, hatta analitik psikoterapiden ne denli nefret ettiği iyi bilinir; şüphesiz bu nefrette Freud’un Yahudi olmasının da hiçbir önemli payı yoktur. Şimdi bu nefretin sebeplerini iyi anlamalıyız. Her ne kadar Paul Ricoeur, psikanalizi “gizem-bozucu bir yorumsamacılık” olarak ele aldıysa ve belli bir anlam dahilinde bu saptamanın doğruluğu tartışılır gibi değilse de, psikanalitik yorum çalışmasının esasını oluşturan “aktarım-karşı aktarım” sorunsalının incelenmemesi, eserinin en eksik yönüdür. Aktarım-karşı aktarım sorunsalı bakımından ele alındığında psikanalitik yorum çalışması, bilinçdışı süreçleri anlamanın patetik ve evrensel yönünü vurgular, işte Heideggercilik bakımından esas kabul edilemez olanlar bunlardır. Neden? Bunu anlamak için Schleirmacher’den Dilthey’a, ondan da Heidegger ve Gadamer’e uzanan yorumsamacılığın kendi içindeki dönüşümünü görmemiz gerekir.

Schleirmacher açısından yorumsama iki yönlü bir inceleme tarzıydı; dilsel ve psikolojik yönler birbirini tamamlıyordu. Schleirmacher’e göre yorumlanan metnin dilselliğinin dışında yazarının da patetik olarak kavranması, metnin kendisini (söylemi) yazarından bile daha iyi anlamamızı sağlayabilirdi. “Kehanet” adını verdiği bu durum ilginç bir şekilde psikanalitik bilinçdışı aktarım çözümlemesinin de tezidir; analist, analiz edileni kendinden daha iyi anlar. Üstelik bu Schleirmacherci yaklaşım evrensel bir anlamayı da mümkün kılıyordu; çünkü yazarı patetik olarak kavrayabilme evrensel bir psikoloji sayesinde mümkündü. Ancak Dilthey’la birlikte yorumsamacılıktaki bu evrenselci yönün (kabul etmek gerekir ki ustaca bir manevrayla) giderek dıştalanmaya başladığını görürüz. Dilthey’ın “yaşam” kavramıyla “tinselliğe” getirdiği yorum tamamen tarihselci bir yön kazanmıştı; çünkü “yaşam” kavramı tamamen tarihsel-kültürel bir yaşantılamayı dile getiriyordu. Dolayısıyla “yaşam”da tarihsel bir şey dile geliyordu ve tin bilimlerinin araştırması gereken esas konu da buydu. Yani daha Schleirmacher’den Dilt-hey’a geçerken psikolojik-öznel boyut, nesnel-tarihsel bir boyuta tercüme oluyordu (Palmer, 1969). Nitekim Gadamer de Schleirmacher’deki bu öznelci-psikolojikleştirici-evrenselci boyutu eleştirir (Gadamer, 1959). Burada Betti ve Hirsch’in Heideggerciliğe yönelttiği eleştirilerin Schleirmacher ile ilişkisini anlatmaya girişmeyeceğim.

Demek ki yorumsama Heidegger’e gelene kadarki tarihinde, özellikle Dilthey’ın manevralarıyla zaten öznelci-evrenselci-psikolojikleştirici patetik öğelerinden arınıp nesnelci-tarihselci bir yön almıştı. Heidegger’in yorumsamacı ontolojisi bakımından göz önüne aldığı problem; yani “varlığın anlamı” sorunu, yorumsamacı ontoloji için yegâne yöntem olarak fenomenolojiyi ileri sürdüğünde, ona (fenomenolojiye) Yahudi ve matematik kökenli bir filozof olan Husserl’deki evrenselci-“transandantal olarak öznelci” anlamından farklı bir anlam verecekti. Heidegger’in etimolojik olarak ortaya çıkardığı (yani ontolojik) anlamıyla fenomenoloji, kendini söylemde (dilde) görünür kılan, ifşa edenin (varlığın) incelemesi olarak kendiliğinden bir yorumsama halini alacaktı. Bu anlayış “varlığın anlamı”nın ontik düzeyde de olsa zaten gündelik söylemde var olduğunu; yorumsamanın açığa çıkaracağı, yani ontolojik derin düzeyiyle ortaya koyacağı varlığın anlamının ontoloji öncesi bir ön-anlama olarak dilde (gündelik söylemde) zaten bulunduğunu kabul ediyordu. Yani yorumun ortaya çıkaracağı bu ontolojik düzey, ontik düzeyde gündelik dilde bir ön-anlama olarak örtük olarak zaten vardı; ontik düzey, ontolojik düzeyi ifşa ederken örtüyordu.
Heidegger’in tespitine göre varlığın anlamının araştırılmasına başlanacak yer Dasein’dı; yani varlığın anlamı sorusunu soran insandı. Dasein’ın varlığın anlamını araştıracağı transandantal ufuksa zamanlılığı; dolayısıyla taıihiliğiydi. Böylece zamanlılığı üzerinden tarihiliğine bağlanan Dasein, dünya-da-“var”lık olarak “olgululuğundan” kalkan uzun felsefi mücadelelerden sonra kararlılık kategorisi üzerinden geçerek bir halkın, bir cemaatin kaderine katılıyor, kendi kahramanlarını seçerek, meseleyi dikeltiyor ve partisiyle (tarafıyla) kucaklamıyor, bütünleşiyordu (Heidegger, 1927). Altını çizdiğim tarz ifadelerin yazarının beş-altı yıl sonra Nazi partisiyle kucaklaşan bir filozof Dasein olarak, derslerine Nazi selamıyla başlayıp, solcu ve Yahudi pek çok öğrenci ve öğretim üyesinin hayatında acı izler bırakacak bir rektör olduğunun altını çizmemde belki hâlâ bir yarar vardır.

Bu nesnelci-tarihselci-dilselci anlama ve hakikat sözde-teorisinin en iyi görünebileceği yerlerden biri varoluşumsal (existential) analiz düzeyiyle varoluşsal (existent) analiz düzeyi arasındaki farkta bulunabilir. Dasein’ın varlığının özgün varlık kipi olan varoluş’un analizi, varlığın anlamının araştırılmasının ilk adımıydı Heidegger’e göre. Ama bu analizde, varoluşumsal’ı varoluşsal’dan iyice ayırmak gerekirdi; bir insanın kendi kişisel geçmişi (bir anlamda psikolojisi, bugünkü tabirle psikanalizi vs.) ile ilgili araştırma varoloşumsal bir araştırma olarak elbette mümkündü. Ama bizi varlığın anlamına götürecek araştırma varoluşsaldı; yani Dasein’ın zamanlılığı ve tarihiliği ufkundan ortaya konan transandantal araştırmaydı; işte hakikat yalnızca bu bakımdan ortaya konabilir bir şeydi (Heidegger, 1927). Gadamer de anlamanın ve hakikatin dilsel-cemaatçi transandantal ufkunun ötesinin bir meta-fızik olduğunu söyleyecek, başka kültürlerle diyalog bakımından olsa olsa bir iyi niyet gösterisi olarak diyaloga dayanan bir “ufukların kaynaşmasından” söz edecektir (Gadamer, 1960).

Elbette Türk veya Müslüman tarihinin ancak içerden yaşayarak anlayabileceğimiz; tarafsız olarak değil, taraf olarak anlayabileceğimiz ve yaşamımı zı dokuyan, ören bir tarafı vardır. “Oyun” elbette kendi kapalı gerçekliğini kurar; tıpkı kapitalist oyunun gerçekliğinin hakikatini, bu oyunun oyuncuları olarak bu oyunu içerden yaşayarak ve bu oyun tarafından oynanarak anlayabildiğimiz gibi. Oyunun içinde ortaya çıkan hakikat elbette onun dışardan bir açıklamasında ortaya çıkan doğru dan farklıdır. Futbol üzerine sosyolojik bir inceleme elbette bir futbol tutkununun yaşamının içerden hakikatini ifade edemez. Bir sanat tutkunu için de böyledir durum; zaten Gadamer’in estetik “oyun teorisi”nin esası da bundan ibarettir (Gadamer, 1960). Ama tarihsel-kültürel-cemaatçi oyunun gerçekliğinin kapalılığında böylesi bir ısrar; anlamanın bütün başka tiplerini dıştalayan bu vurgu, çoğu zaman kanlı olan tarih oyununu sürdürmek tutkusundan başka nereden gelebilir ki? Bununla birlikte elbette Heidegger sıradan bir ırkçı veya sömürgeci değildir; onun bizimle, mazlum uluslarla filan bir alıp veremediği yoktur. Ama Heidegger’in oyununda seyirci olarak bile belli bir yerimizin olduğunu sanmıyorum; onun kafasında Avrupa dillerinde ifadesini bulan iki eksen ve iki çatışmalı tarih vardır; eski Yunan-Alman ekseni ve Latin (Roma)-Fransız ekseni. Bunlar da sırasıyla nostaljik bir romantizmle modernizmin çatışmalarında kendini gösterir. Heidegger ve Gadamer’e göre felsefe bile (tıpkı Hegel için olduğu gibi) neredeyse Avrupa’ya özgü “otantik-folklorik” bir şeydir; eski Yunanca veya Almanca olmayan bir dilde felsefe yapmak neredeyse Latince “divan şiiri” yazmaya benzer. Zaten bu nedenle felsefe veya metafizik tarihi değil; Batı felsefesi, Batı metafiziği tarihi vs. demeyi tercih ederler. Peki bizler mi? Biz olarak biz bu oyunda zaten yokuz; ya da barbarlar (yani konuşamayanlar) olarak varız. Evet, Helen konuşabilen demektir; barbar ise konuşamayan anlamına gelir. Gerçekten de biz olarak bizim fiilen konuşamadığımız açık değil mi? Peki Avrupalılar tarafından bu beklenmenin “biz”de uyandırdığı cazibe nereden gelir acaba? Cezbolmanın îktidar-güçle mazoşistik bağını; dolayısıyla arzunun dinamiğindeki yerini göstermek ilginç bir psikanalitik vazife gibi durmaktaysa da Türk Heideggerciliğinin ikideğerliliğine (ambivalansına) işaret etmek daha acil bir vazifedir.
Yalnızca Dasein, kendi varlığıyla ilişkili tasa çerçevesinde kendi varlığı karşısında bir tutum alabildiğinden Dasein’ın özgün varlığı; yani varoluş bir imkânlılıktır Heidegger’e göre. Kendi olmak veya olmamak imkânlılığı. Belli ki Nietzsche’nin ünlü “kendin ol” buyruğuna bir yanıt olan varoluşsal analizinde Heidegger, “kendi olmayı”, başlangıçta Sartre’ın tarihi yanılgısına yol açacak şekilde bireyci gibi gözüken bir çerçevede ele almakla birlikte, varoluşun transandantal ufkunu zamanlılığıyla (giderek tarihiliğiyle) bağlantılı olarak ileri sürerek açıkça otantiklik problemine bağlar. Bu, “das Man”ın (kabaca anonim insan veya kitlenin diyelim) ontik anlayışında bir ön-anlama olarak bulunan tarihiliği (ontolojik düzeyi) yorumsayarak açığa çıkarma yoluyla “kendi özüne dönme”, “olduğu şey olma”, “ne ise o olma”; yani artık Yahudi, matematikçi ve Descartasçı Husserl’e karşı “Alman olma” demektir. Tüm yaşamı boyunca Descartes düşmanlığı devam eden Heidegger’in, I. Dünya Savaşı sonunda kendi değerlerine güvenini tamamen yitirmeye başlamış; aslında kendine güveni Napoleon’un (yani Alman taşrasının Batısı, Avrupası olan Fransa’nın, bizzat Dilthey’ın tabiriyle Aydınlanmanın) ordularının saldırılarından beri yıkılmaya başlamış Alman taşrasının yeniden derlenip toparlanma Kavga’sının felsefi sözcüsü olarak okunacağı yer burasıdır.
Böylece Heidegger, kendini ontik düzeyde bir ön-anlama olarak dilde, söylemde ifşa ederken örtünen varlığın fenomenolojik hakikatinin, yorumsamayla ulaşılacak ontolojik transandantal ufku olarak zamanlılık-tarihilik kavramını geliştirerek anlamayı bir halkın, dilsel bir cemaatin yaşantısına katılma, kaderini paylaşma olarak koyar (Heidegger, 1927). Otuz üç yıl sonra Gadamer bu “öznelci nesnelci”liği biraz daha içerici ve Hıristiyan öğelere, daha sakin bir söyleme dönüştürmeyi başardı; diyalogal bir anlamanın ilerleyici bir yorumsamacı çevrimle mümkün olabileceğini, kendi dilsel ön-yargılarımızı aşabileceğimizi ileri sürdü. Ama kökendeki Heideggerciliğinden vazgeçmedi (Gadamer, 1960). Demek ki anlama ve hakikatin tarihi-dilselkültürel olduğu; bir halkın, dilsel bir cemaatin yorumsamayla görünür kılınacak ön-anlama ve önyargı ufkuyla sınırlandığı tezi “öznelci nesnelciliğin” temelinde bulunur.

Anlama ve hakikatin tarihi-dilsel-kültürel olduğu tezinin kendisi tarihi- dilsel-kültürel olamaz. Bu tez asskın (transandant) ve metafiziktir; yani tarih- kültür-dil ötesidir; çünkü tez olarak evrenseldir. Bu durumda da yanlışlığı açıkça ortadır; çünkü kendiyle (ve hatta aşkınlıgı sebebiyle fenomenolojinin esasıyla) çelişir.

Anlaşıldığı kadarıyla geçen yüzyılın başında tam bir kent 0X2x1 Viyana, ilginç bir kültür merkeziydi. Alman etkisine açık olması beklenirken ve bir bakıma elbette bu etkiye açıkken aynı zamanda ilginç bir kültürel direncin belirtilerini görebiliriz bu şehirde; geniş ölçüde Fransız pozitivizmi ile ingiliz deneyciliği ve mantıkçılığının en son aşamaya vardırılması olan mantıkçı- pozitivizmin Viyana’da etkin bir şekilde gelişmiş olması bu belirtilerden biridir. Nitekim mantıkçı-pozivizmin öncülerinden olan Carnap, Heidegger’in Varlık ve Zamanım boş laf yığını olarak görmüştür; hatta mantıkçı-pozitivizmin felsefi misyonunun bu tipte “felsefi gevezeliklerin” anlamsızlığını göstermek olduğu bile söylenebilir. Küçük bir çağrışımla en güçlü olduğu; dolayısıyla vaadlerinin en büyük olduğu dönemde bile Avusturyalıların Nazizme asla sıcak bakmadığını da hatırlatmak isterim. Viyana’ın, belki Osmanlı ordularına gösterdiğinden daha büyük bir dirençle tarihselci Alman kültürünün karşısında da bir varlık savaşı verdiğinin en önemli belirtilerinden biri de mantıkçı-pozitivizmle aynı yıllarda gelişen, Yahudi ve tıp kökenli Freud’un kurduğu psikanalizin Viyana’da ciddi bir yankı bulmuş olmasıdır. Aynı yıllarda örneğin Berlin’de böyle bir süreç asla yaşanamazdı. Psikanalizin yorumsamacılıkla belli bir yakınlığı olduğu açıktır; psikanaliz bir tür yorumlama sürecidir zaten. Ama Alman yorumsamacılığıyla karşılaştırmalı olarak ele alındığında psikanalizin en çarpıcı yanı yorumun biyolojik-psikolojik-evrensel düzeyde yapılmasıdır. Gerek klasik (Freudcu) Oidipus karmaşasının evrenselliği tezi çerçevesinde, gerekse daha yeni yaklaşımlardaki (örneğin Kohut’un kendilik psikolojisindeki) kendilik kavramının evrenselliği çerçevesinde bakılsın, psikanalize göre bütün tarihlerde, kültürlerde, dillerde aynı evrensel insan konuşur (ve dinler). Psikanalizde tamamen analistin karşı-aktarım çözümlemesiyle ve elbette dil (simge) analiziyle birlikte giden aktarım çözümlemesi, analiz edilenin kendi özgün tarihinde dile gelen evrensel bir insanın özgün dramının patos yoluyla ve “kehanet”e varırcasına kendisinden iyi anlaşılmasına dayanır, işte bu yaklaşımın Dilthey’dan beri Alman yorumsamacılığının bastırmaya çalıştığı Schleirmacherci bir yönelim taşıdığını; tarihselci yorumsamayla psikanalitik yorumsama arasında ciddi bir karşıtlık olduğunu görmemiz gerekir; psikanaliz için hangi kültürden ve tarihten olursa olsun bir insan, başka bir insan için büsbütün anlaşılmaz olamaz.

Aslında söz konusu ettiğim karşıtlıkta yalnızca bir sorunsallaştırma farkı vardır. Bu yazının sınırlarını çok aşan ve doğrudan doğruya “bilim olarak fenomenoloji nasıl mümkündür?” sorusunu gündeme getirmeksizin ele alınabilir olmayan psikanalizin esasına ilişkin tartışma konusunda bir fikir vermeden, tarihselci-yorumsamacılıkla psikanalitik yorum çalışmasının karşıtlığını görelileştirmenin imkânı yok. Bu durumda şunu kaydetmek isterim; bir yanıyla psikanaliz naif modernist bir “kuram”dır; toplumsal bir pratik olarak kendini eleştirili bir şekilde göremez. Toplumsal bir pratik olarak kendi oluşturduğu modernist ideolojik-tarihsel etos ve mitosunun İktidar-güçle bağı bakımından bizzat aktarım ve karşı-aktarım dinamiğindeki arzu güdüleyici rolünü araştırma dışı bırakır; böylece doğrudan evrensel bir fenomeni gözlediği yanılsamasına kapılır. Bu nedenle de psikanaliz bir psiko-analiz olarak kalır; insanı toplumsallığında göremez. Halbuki eleştirili bir psikanaliz kuramının, aktarım çözümlemesinde evrenselin daima tarihi-kültürel-ideolojik içinde ortaya çıktığını; arzunun ideolojik-cemaatçı yapılanmasını gözardı etmemesi gerekirdi. Sanırım paradoksal bir kavram kullanarak şöyle diyebiliriz; metafizik bir fenomenoloji {eleştirili psikanaliz) ancak aktarıma ilişkin arzunun, psikolojik değil ideolojik-cemaatçi olduğu için evrensel olduğunu gösterebilirse teorik bilime katkıda bulunabilir. Bu yazı çerçevesinde yalnızca şunu kaydetmek istiyorum; her ne kadar psikanaliz “öznelci nesnelciliğin” tarihselci yorumsamacalığının karşısında güçlü ve hâlâ saygı duyulan son modernist-evrenselci kale gibi durmaktaysa da, maalesef bu kale de bu haliyle sanıldığı kadar sağlam değildir.

9. Bir doğa olayı: homosapiens beyni kendini, anlam-deger-arzu cemaatleri oluşturmak için fenomenal dünya olarak algılar.

9 a. Bir doğa olayı.
“Doğa olayı” dediğimizde ne anlatmak isteriz? Mesela şimşek çaktığında korkan çocuğumuza şöyle deriz; “korkma, bu bir doğa olayıdır”. Ya da depremi, yolundan çıkmış insanlara ilahi bir ceza gibi göstermek isteyenlere karşı, bunun bir doğa olayı olduğunu söyleriz. Güneşin sabah doğup akşam batması da bir doğa olayıdır. Son üç yüzyıldan beri bu görüngülerin dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklandığını biliyoruz; ama dünyanın kendi ekseni etrafında dönüyor olması da bir doğa olayıdır. Ama doğa olayı olmayan şeyler de vardır; mesela Galatasaray- Real Madrid futbol karşılaşması bir doğa olayı değildir; bu kültürel (kimilerine göre aşağı-kültürel) bir olaydır. Peki başka neler doğa olayıdır? Mesela güneş-teki hidrojen atomları helyum oluşturmak üzere “kaynaşma” reaksiyonuna girer ve önemli miktarda kütle enerji eşdeğerine çevrilir; gezegenimizi de bu enerji aydınlatır, ısıtır zaten. Bu da bir doğa olayıdır. Sonra, evrendeki maddenin %99’u hidrojen ve helyum atomlarından oluşmuştur; gezegenimizdekiler gibi evrende az görünen yüksek atom ağırlığındaki atomlarsa ancak büyük bir ısı kaynağında oluşabilir. Demek ki gezegenimizi ve üstündeki her şeyi oluşturan atomlar büyük bir yıldızda meydana gelmiştir. Dahası, anlaşıldığı kadarıyla bütün güneş sistemimizi oluşturan atomlar bile büyük bir yıldızda meydana gelmiş ve beş milyar yıldan eski bir zamanda büyük bir “süpernova patlamasıyla” dağılan bu atomlar evrenin bu bölgesinde giderek bizim sistemimizi oluşturmuştur; bu da bir doğa olayıdır. Zaten oldukça sağlam bir teoriye göre evren ve uzay-zaman da onbeş milyar yıl kadar önce bir tek noktada meydana gelen ve “büyük patlama” adı verilen bir patlamanın ürünüdür ve evren hâlâ bu patlamanın etkisiyle giderek genişlemektedir. îlk defa “Dopler etkisi” adı verilen bir bulguyla altmış yıl kadar önce fark etmeye başladık bu genişlemeyi; uzak yıldızlardan gelen ışığın kızıla kayması (dalga boyunun büyümesi) bunların bizden uzaklaştığını gösteriyordu. Dahası bu büyük patlamanın kalıntısı olan izi; yani “fon radyasyonunu bile tespit edebiliyoruz. Hatta bizden milyarlarca ışık yılı uzaktaki galaksilerden gelen ışıklar sayesinde evrenin yaklaşık on milyar yıl kadar geriye dönük halini adeta bir zaman tüneline bakar gibi seyredebiliyoruz teleskoplarımızla; evrenin nasıl evrelerden geçtiğini doğrudan gözleyebiliyoruz. Hatta “büyük patlamayı” izleyen ve “Planck duvarı” adı verilen, saniyenin düşünemeyeceğimiz kadar küçük bir süresinden sonra en küçük partiküllerin yapısının, enerji değerlerinin ve temel dört kuvvetin nasıl bir dağılım göstermiş olabileceğini kurgulayabiliyoruz. Evet, en azından “Planck duvarı”ndan sonraki evren (gizemini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz o an’dan sonraki evren) de bir doğa olayıdır; ama Galatasaray-Real Madrid futbol karşılaşması bir doğa olayı değildir. Bütün evren bir doğa olayıdır da bu evrenin sıradan bir galaksisinin, küçük bir yıldızının, küçük bir gezegenin üstünde yirmi iki homosapiens’in bir topla oynadığı ve ben de dahil milyonlarcasının da heyecanla seyrettiği bu maç bir doğa olayı değildir. Vay be; ne maçmış ama.

Çünkü bu “aşağı” kültürel olayla şimşek arasında büyük farklar vardır. Bir kere futbol kurallarını biz koyduk; kuralları başka türlü de belirleyebilirdik. Sonra insanların kendilerini Galatasaraylı olarak tasarlaması ve böylece gereçekten de Galatasaraylılık gibi toplumsal bir gerçekliğin ortaya çıkması ancak dilsellikle mümkündür. Keza insanlarda bir niyet-amaç-arzu vs. olmasa, futbolun anlamı, değeri olmasa futbol diye toplumsal bir gerçeklik de olmazdı. Sonra bir geleneği, bir adabı var fubolun. Daha “yüksek” kültür olaylarına bakarsak aşağı yukarı benzer özellikleri orada da görürüz. Keza aile, devlet, piyasa, sanat gibi dilsellikle kurulmuş toplumsal kurum ve pratiklerde de doğa yoktu. Oysa şimşek dilsellikle kendini şimşek olarak tasarlayarak bir gerçeklik halini almaz; fiziksel yasalara uyar, dilsellikle kurulmuş keyfi kurallara değil. Niyeti-amacı-arzusu da yoktur şimşeğin; insanlarca anlamı ve değeri olmasa da gene de var olur. Gelenek ve adaptan da yoksundur. Evet, Galatasaray-Real Madrid futbol karşılaşması bir doğa olayı olmamalıdır; bütün evren bir doğa olayı olsa bile bu maç “tarihi”dir; doğanın bağrında gelişmiş indirgenemez bir ikinci doğa, yani kültürdür o.

Şimdi bu doğaüstü, ama kültüraltı, aklımızın ermediği futbol karşılaşmalarını bırakıp başka hangi mütevazı doğa olayları var diye bakalım doğaya. Şu çimenlerin arasındaki gelincik bir doğa olayı mıdır? Evet, bir kaç ay önce bir tohumdan gelişti, su ve güneş ışığına ihtiyacı var yaşamda kalmak için. Yapraklarının yeşil rengini veren klorofil, güneşten gelen fotonlar sayesinde karbon atomunun dış yörüngesindeki elektronların enerji değerini yükselterek gezegen üzerindeki tüm canlıların besinini temin ederken oksijen ve karbondioksitin ekolojik dengesini de sağlamış olur. Bu da bir doğa olayıdır. Evet, bahar bir doğa olayıdır. Baharla birlikte çoğu canlıda cinsel bir hareketlilik başlar; içgüdüseldir bu hareketlilik. İçgüdüler bir doğa olayıdır. Sonra zaman geçer koyunlar, keçiler yavrular. Kuzu, embriyolojik kurallara göre tek hücreden başlayıp, çeşitli evrelerden geçerek doğumundaki halini alır. Doğum da ölüm de bir doğa olayıdır. Koyunun, rahminde taşıdığı yavrusu milyonlarca yıl önceki atalarından intikal eden genetik koda göre şekillenir; DNA molekülü de bir doğa olayıdır. Canlılık da. Gezegenimiz üzerinde canlılığın nasıl ortaya çıktığına dair önemli ipuçlarmız, kuramlarımız var artık. Peki şu bir köşede uyuklayan yaşlı köpeğiniz de bir doğa olayı mıdır? O zaman siz nesiniz peki?

9 b. Niçin?
Şimdi net düşünmeye çalışalım. Tanımadığı mamul bir madde, diyelim yeni (veya antik çağlardan kalma, eski) bir aletle karşılaşan bir mühendis bu aleti anlamak için bilerek veya bilmeyerek üç soruya cevap bulmaya çalışır. Ne yapıyor, niçin yapıyor ve nasıl yapıyor. Bu üç soru birbiriyle yakın ilişkili olmakla birlikte, özellikle niçin sorusu, mühendisin karşılaştığı aletle ilgili geride duran belli bir maksat, amaç vs. gibi bir tasarımı, bir niyeti gündeme getirir; bu alet ne i ç i n yapılmıştır? Mühendisin bu gerideki niyeti anlamaksızın karşılaştığı aleti tam olarak çözdüğü söylenemez. Üstelik aletin ne yaptığına tam olarak karar verebilmek için niçin sorusuna da bir yanıt bulmak gerekir. Öte yandan aletin ne yaptığını tam olarak anlamadan, nasıl yaptığını anlamamız da zorlaşır.

Oysa yakın bir zamana gelene kadar evreni konu alan teorik bilim kendine fevkalade haklı sebeplerle niçin sorusunu yasaklanmıştı; bu yasağın hâlâ tamamen kalktığı söylenemez. Teorik bilim klasik olarak evrenle ilgili iki soruya cevap arar; ne oluyor ve nasıl oluyor? Ne oluyor? sorusunun cevabı mesela “cisimler belli bir ivmeyle yere düşüyor” veya “gezegenler güneşin etrafında Kepler formüllerine göre dönüyor” vs. (bu altbölümde “vs.” ciltler dolusu ayrıntılı bilgi anlamında kullanılmıştır) şeklinde verilebilir. Bu düzey, fenomenal-amprik düzeydir. Nasıl oluyor? sorusunun yanıtı ise meta-fenomenal (teorik) düzeyi gerektirir; bu sorunun yanıtı mesela kütle çekim yasasının ifadesi vs. olabilir. Klasik olarak teorik bilimde “niçin oluyor?” gibi bir soruya yer yoktur. Çünkü bu soru evreni bir anda, belli bir tasarım ve niyetle birlikte ele almaya varır. Bu ise Tanrısal bir niyeti ve tasarımı tahmin etmeye çalışmak gibi bir noktaya varabilir; sonuç itibarıyla da teorik bilim bir tür teolojiye dönüşebilir. Dolayısıyla teorik bilim ısrarla niçin sorusundan kaçınır. Böylece de niyet ve anlam gibi özellikler sadece insani fenomenal dünyaya aitmiş ve meta-fenomenal varlığın bir anlamı yokmuş gibi bir izlenim ortaya çıkar; insan fenomenal dünyasının dışındaki evren anlamsız ve amaçsız bir şeymiş gibi gözükür. Oysa Muazzam ı gören hiçbir büyük bilim adamı, şahsi dünyasında evrenin amaçsız ve anlamsız bir şey olduğunu düşünmez. Ama “niçin” sorusunun matematik yoluyla kestirilebilir bir yönü bilinmediğinden, teorik bilim niyet ve anlamla ilişkili bu soruyu göz önüne almaz; bu sorunun yanıtı bireysel derin sezgiye kalmıştır, işte bilimin, bilim adamlarının kendilerinde değil ama bilimden bir dönemde bir şeyler umut etmiş kitleler üzerinde yıkıcı ve anomik bir etki bırakmasının sebebi budur; bilim bir yönüyle vahiyi geçersiz veya en azından inanılması güç kılarken, vahiyin yerine geçebilecek bir anlam üretmekten de haklı sebeplerle uzak durmuştur. Ama insanların büyük çoğunluğu için, derin sezgi yeterli değildir; onlar daima bir din; gösterilmiş “doğru bir yol” isterler. (Bir kısmı da hiç istemez veya buna gerek hissetmez tabii; yaşadıklarının aslında ne olduğunu sormadan kendilerince yaşar giderler bu dünyadan.)

Oysa geride bıraktığımız elli yıl içinde bilinen evrenin sadece çok küçük bir parçasıyla ilgili de olsa teorik bilimin meşru ve tam anlamıyla bilimsel bir şekilde niçin sorusunu sorabileceğini fark ettik. Bu alan garip bir biçimde mühendislikle, evreni konu alan teorik bilimin düşünme tarzlarının iç içe geçmeye başladığı bir alandır. Bu yeni teorik alan fizyolojidir ve konu aldığı küçük evren parçası da sizsiniz. Bütününde evren sözkonusu olduğunda bile, artık teorik bilimin niçin sorusuna giderek daha az tedirginlikle yaklaştığını ifade edecek yerim yok; çünkü öncelikle sizden ibaret şu küçük evren parçasında “niçin” sorusunun nasıl olup da bilimsel olarak meşru bir soru haline geldiğini görelim. Diyelim kalbinizle ilgili olarak şu üç soruyu sorduk; kalbiniz ne yapıyor? niçin yapıyor? nasıl yapıyor? Ne yapıyor sorusunun yanıtı “kalp kanı vücuda pompalıyor vs.” şeklinde olacaktır. Nasıl yapıyor sorusunun yanıtına gelince; sol atriumda bulunan sinüs düğümünden düzenli aralıklarla yayınlanan elektrik akımı kalp kasının miyofıbriîlerinde… vs. vs. Teorik bilimin biyoloji dışında başka hiçbir uç karakolunda bulunmayan niçin sorusunu kalbinizle ilgili olarak pekâlâ sorabiliriz. Yanıtımız ise mesala kabaca oksijeni vs. doku ve hücrelere iletmek vs. i ç i n olacaktır. Böylece kalbiniz, antropi açısından fiziksel bir dengelenme durumu olan yaşamınızı (bedeninizin homeostazisini) korumaya katkıda bulunmak için çarpmaktadır. Demek ki fizyoloji, teorik bilimin bir uç karakolu olarak; yani evrenin küçük bir ayrıntısı olan sizde, fiziğin nasıl çalıştığını araştıran bir bilgi alanı olarak meşru bir şekilde mühendislik sorusunu sormamıza imkân vermektedir; her ne kadar siz, herhangi bir mühendisin düşünebileceği en karmaşık sistem olsanız da. Peki ama teorik bilimin kendine yasaklanmış olduğu bu niçin sorusu, sizden ibaret olan evren bölgesinde nasıl olup da bilimsel bir meşruiyet kazanmaktadır?

Çünkü siz, anne ve babanızdan gelen genetik koda (her bir hücrenizde bulunan özgün DNA molekülünüze) göre tek tek atomları, molekülleri belli dizgede bir araya getirerek inşa edilmesi, önce annenizin rahminde başlayıp doğumunuzdan uzunca bir süre sonrasına kadar devam eden biyolojik bir tür makinasınız. Bir tür biyolojik robot diyelim; plastik ve çelikten değil de etten ve kemikten, ne fark eder ki? DNA şifrenize göre kendi kendini yapan biyolojik bir robotsunuz. DNA şifrenize göre kendinizi nasıl inşa ettiğinizi biliyor musunuz? Hayır; çünkü bu inşa otomatik bir şekilde oldu. Yaşamınız; yani evrendeki antropi artışına karşı maalesef geçici bir süre için (ölümünüze kadar) direnebilecek yaşam dengeniz (homeostazisiniz), inanılmaz sayıda ve çok karmaşık şekilde birbiriyle ilişkili parametreleri hesabetmeyi gerektiriyor olsa da algoritmik olarak programlı bir tür termostat modeli çerçevesinde anlaşılabilir. Şimdi sizi oluşturan pek çok organ yaşam dengenizin korunması çerçevesinde anlaşılabilecek bir faaliyet içindeler. Bu durumda bir çok organınız, mesela akciğeriniz, karaciğeriniz, böbreğiniz için “niçin yapıyor?” sorusunun nihai yanıtı; yani bütün ara basamaktaki ara yanıtları geçtikten sonra en son tahlilde ortaya çıkan yanıt, fizyolojik yaşam dengenizi (homeostazisinizi) korumak için olacaktır. Bu nihai yanıt pek çok organınız, dokunuz, hücreniz için geçerlidir. Fakat sizin, bu mutlak fizyolojik düzeyde anlaşılamayacak iki organınız var. Bunlardan biri cinsel organınız. Bu organı göz önüne aldığımızda genetik kodunuza uygun olarak otomatik olarak inşa olurken sadece tekil bir fizyolojik organizma olarak planlanmış olmadığınızı; biyolojik bir türün bir örneği olarak planlanmış olduğunuzu görüyoruz. Bir başka deyişle cinsel organınız, kendi türünüzün bir başka örneğinde ona tekabül eden bir başka organının mevcudiyeti çerçevesinde işlevi (niçini) anlaşılabilecek bir organ. Demek ki burada genetik kodun sadece bireysel organizmanızın yaşamda kalmasını değil, türün devamlılığını sağlayacak şekilde bir şifre içerdiğini görüyoruz. Yani evrimin sonunda atalarınızdan size intikal eden genetik kodunuz, sizi tek başına yaşamda kalacak bireysel-fızyolojik bir organizma olarak değil, ait olduğunuz türle birlikte varolacak; ait olduğunuz biyolojik türün bir örneği olarak tasarlamış.

Yaptığı şeyi niçin yaptığı (işlevi), böbrek veya karaciğerde olduğu gibi fızyolojik-bireysel yaşam dengenizin (homeostazisinizin) korunması çerçevesinde anlaşılamayacak ikinci organınız beyninizdir. Gerçi beyniniz de fizyolojik yaşam dengeniz için önemli, hatta en önemli organdır; çünkü sizin hiç farkında olmadığınız bilgisayarsal mekanizmalarla, hormonlarınızın düzenlenmesinden kalbinizin çarpım hızına, tansiyonunuza, idrara çıkmanıza, soluk alıp verme sıklığınıza kadar bütün yaşamsal işlevlerinizi bir orkestra şefi gibi hücre-düzeyine kadar armonik bir bütün içinde yöneten bu organdır. Bazı istisnalar (masela karaciğerin pek çok işlevi) bir kenara bırakılırsa fizyolojik yaşam dengenizin armonisinden beyniniz sorumludur; bu nedenle günümüz tıbbında geniş ölçüde ölümünüz, “beyin ölümu’nüzle; yani beyninizde geçen elektron faaliyetlerinin ve dolayısıyla foton ışımalarının son bulmasıyla eş tutulur. Bununla birlikte beynin tüm işlevleri klasik fizyolojik düzeyde ele alınamaz; özellikle beynin zihinsel işlevleri bu fizyolojik düzeyle yakın bağına rağmen tam olarak ve doğrudan bir şekilde bireysel yaşam dengenizin korunmasına yönelik değildir; beyniniz, genetik kodunuz tarafından biyolojik türünüzle birlikte ve bu türün bir örneği olarak tasarlandığınızın en açık göründüğü organdır. Gerçi klasik fizyolojik düzey ötesi gibi görünen bu zihinsel işlevler de son tahlilde besin (yaşamın devamlılığı) ve eş bulma (türün devamlılığı) gibi diğer biyolojik türlerin zihinsel işlevleriyle aynı hedefe yönelmişse de, çeşitli evrimsel sebeplerle insan türünde toplumsal yaşam sanat, üretim, ideoloji vs. gibi çok karmaşık bir yapılanma kazanmıştır ve beynin zihinsel işlevlerinin çoğunu bu toplumsal bağlamda ele almak gerekir. Bir başka ifadeyle, nasıl tek bir tuğlayla karşılaşan mühendis duvarı göz önüne almadan tuğlayla ilgili ne, niçin ve nasıl sorularına yanıt bulamazsa; yani tuğlayı anlayamazsa, homosapiens toplumsal örgütlenmesini hesaba katmadan tek başına beyni inceleyen bir fizyolog da beyin fizyolojisini tam olarak anlayamaz.

Şimdi insan beynini, türün bütününe göre planlanmış ve toplumsal bir fizyolojik organ olarak ele almamız çok önemli bir düşünsel adımdır. Çünkü fizyolojinin araştırma alanı bir anda toplum ölçeğine taşınmıştır. Bu çerçevede fizyolojinin klasik üç sorusunu tekrar sorabiliriz; homosapiens beyni (zihinsel işlevlerinde) ne yapıyor, niçin yapıyor ve nasıl yapıyor? Henüz yanıtını çok iyi bilmediğimiz nasıl sorusunu bir kenara bırakalım. Diğer iki soruya yanıt verirken şüphesiz ayrıntıda ve tek tek birey olarak hepimizi ilgilendiren çok önemli bazı soruları atlayıp bütünsel ve bu yazı bağlamında öne çıkan sorunlar açısından bazı genel yaklaşımlar sunacağım.

Homosapiens beyni ne yapıyor sorusuna pek çok yanıt verilebilirse de (çünkü beyin dediğimiz bu yağlı et parçası matematik hesaptan şiir yazmaya, âşık olmaktan kıskanmaya, utanmaktan rüya görmeye kadar pek çok farklı şey yapar) bütün bu yanıtları kapsayan tek yanıtı, yazının bu ikinci bölümünün ilk alt bölümünde vermiştim: homosapiens beyni kendini fenomenal dünya olarak algılar, bütününe baktığımızda yaptığı budur. Bu ifade tüm insani yaşantılamayı ifade ettiği oranda tek tek bütün mümkün yanıtları içerir. Peki ama homosapiens beyni niçin kendini fenomenal dünya olarak algılar? Mesela sizin beyniniz niçin kendini fenomenal dünya olarak algılıyor? Herhalde teorik bilim yapmak için değil; teorik bilim yüzelli bin yıllık homosapiens tarihinin son iki bin beşyüz yılında zayıf bir filiz vermiş, özellikle de son üç yüzyıl içinde gerçek kimliğine kavuşmuş, kimine göre hoş kimine göre bahtsız bir evrimsel sürprizdir; muhtemelen kökenini türe özgü avcılık ve iz sürmeyle (izlerden, belirtilerden yola çıkarak görünmeyeni, bilinmeyeni tahmin etmeyle) ilgili zihinsel beyin faaliyetlerinin zamanla toplumsal olarak dönüşüme uğramasından alır. Niçin sorusuna verilecek şu yanıt geniş ölçüde doğrudur: homosapiens beyni kendini, muhtemelen anlam-deger-arzu cemaatleri oluşturmak için fenomenal dünya olarak algılar. Yani beyniniz, anne ve babanızın aktardığı milyarlarca yıllık evrimin sonucu olan genetik kodunuz tarafından geniş ölçüde şu veya bu anlam-değer-arzu cemaatinin bir parçası olmanız için tasarlanmıştır; insan cemaatçi bir hayvandır. Öte yandan ilk alt bölümde insan beyninin kendini fenomenal dünya olarak algılamasını meta-fenomenal varlıkla ilişkisi bağlamında ortaya koymayı başarmıştık. Demek ki artık insanlık tarihini de meta-fenomenal varlığın teorisi çereçevesinde düşünebilmenin sınırlarında dolaşıyoruz. Gezegenimiz üzerindeki ilginç bir doğa olayı oluyor; biz içinde yer aldığımız bu olaya “tarih” diyoruz. Yani insanlık tarihine sadece fenomenolojik olarak değil, teorik olarak da bakabilmekten söz ediyorum. Atomlar, elektronlar, fotonlar bir yerde, insanlık tarihi bir başka yerde değildir artık; insan, kültür ve tarihle ilgili gevezeliğin giderek tarihe karışacağı yeni bir çağın başındayız.

9 c. Arılar ve insanlar:
Homosapiens beyninin anlam-değer-arzu bakımından cemaatçi yapısını anlamadan önce diğer bazı türlerin yaşam dünyalarına bakalım; mesela bizden yüz milyonlarca yıl eski bir zamandan beri dünyada varkalmayı başarmış anlara bakalım. Bu türün her bir örneği tıpkı bizim gibi iki yönlü planlanmıştır; öncelikle birey olarak fizyolojik yaşam dengesinin korunmasına yönelik bedensel bir örgütlenme söz konusudur. Ama arı tür örneğinin beyni, bir arı kolonisinin işlevsel bir parçası olmaya programlıdır. Bu tür, “arı dansı” adı verilen çeşitli uçma işaretleriyle birbiriyle haberleşir. Bu türün örneklerinin çeşitli durumlarda örgütlü hareket edebilmesini sağlayan faktör, beyinlerinin tamamen birörnek bir yapılanma arzetmesidir. Beyinleri genetik olarak önceden belirlenmiş birörnek bir programa sahip olduğu içindir ki, karşılıklı olarak birbirlerine tekabül eden ve organize bir bütün oluşturan grup davranışı sergileyebilirler. Bu durum aşağı yukarı tekhücreli canlılardan çokhücrelilere geçiş aşamasını temsil eden ilkel bazı organizmaların, hücrelerinin herbirinin aynı genetik kodu (DNA molekülünü) taşıdığı için birbirlerine göreli olarak değişik işlevleri alabilmesi sayesinde örgütlenmiş bir bütün (beden) oluşturmalarına benzer. Arıların şu ya da bu şekilde bizimkine benzer bir şekilde görüp hissetiği, acı veya haz duydukları bir fenomenal dünyaları olup olmadığından emin değiliz. Eğer fenomenal dünya kuantum düzeyinde güçlü bir koheransla değil de üst düzeyde bir bilgisayarsal örgütlenmeyle ilgiliyse, bu türün örneklerinin küçük beyinleri fenomenal bir dünya oluşturmaya yetecek elektirik devresine sahip değildir. Eğer fenomenal dünyanın kuantum koheransı teorisi yanlışsa bu canlıların “ayaklı bilgisayarlar” olması mümkündür.

Arı tür örneklerinin örgütlenme tarzının, bana gençliğimde okuduğum bir yazıyı hatırlattığını kaydedeyim. Yazı, uzaktan iletişim aygıtlarının gelişmesiyle birlikte “üzerinde güneş batmayan” Büyük Britanya imparatorluğunun nasıl çöküşe geçtiğiyle ilgiliydi. Konunun arılarla ilişkisi şu: ingiliz ordularının geçmişteki askeri başarısının sırrı ingiliz subaylarının, savaşı çok sistematik bir şekilde birörnek düşünmelerini sağlayacak bir eğitimden geçmeleriydi. Böylece belli bir durumla karşılaşan bir ingiliz subayı iletişimde bulunamadığı diğer ingiliz subayının nasıl davranabileceğini biliyor ve böy-lece aralarında hiçbir iletişim, anlaşma olmasa da durumun gerektirdiği birbirine göreli askeri kümelenmeleri eşgüdümlü bir şekilde oluşturarak zafer kazanabiliyorlardı. Oysa uzaktan iletişim aygıtlarının gelişmesi rakip ordu subaylarının da bir anlamda aynı şekilde eşgüdümlü davranabilmesini sağladı; bu ise Büyük Britanya imparatorluğunun çöküşünü hazırlamıştı. Burada şimdiden dikkatimizi çekmesi gereken bir nokta da şu: Her iki ordunun subayları da kendi aralarında aynı anlam-değer-arzu cemaatinin üyeleri damalılar ki örgütlenmiş ve eşgüdümlü bir şekilde savaşabilsinler.

Arılar da birörnek programlı beyinleri sayesinde aralarında işaretleşebildikleri gibi birbirlerine göreli olarak tekabül eden pozisyon ve davranışları alabilmektedir. Demek ki arı tür örneklerinin beyinleri, arı kolonisinin örgütlü bir şekilde var olmasını sağlayacak şekilde genetik olarak önceden programlanmışlar ve kendi açılarından bakarsak milyonlarca yıldır “üzerinde güneş batmayan” imparatorluğu yaşatmayı becermişlerdir. Arı tür örneğinin beyni, türünün bir parçası olarak programlanmıştır ve arıların her yıl tekrarlayan kendilerine özgü “oyun dünyası” (kraliçenin eş seçimi ve çifleşmesi, yumurtlama, bal yapımı, yeni kraliçenin seçimi, yeni kovanın kurulacağı yerin demokratik bir oylamayla seçimi vs.) milyonlarca yıllık bir gelenek olarak karşımızda durmaktadır.

Homosapiens üzerinde konuşmadan önce kısaca bir başka memeli türünü, mesela geyikleri ele alalım. Bu türün beyni de ileri derecede genetik olarak önceden programlanmıştır ve türe özgü yaşam dünyalarında her sezon tekrarlayan “yaşam oyunları” milyonlarca yıldan beri değişmeden sürmektedir. Dişilerin östrus döneminde erkek geyik harem kurar, diğer erkek geyiklerle kuralları önceden belirlenmiş, karşılıklı böğürmelerle giden bir güç gösterisi savaşına girer vs. Türe özgü bu oyunda her bir tür örneğini çatışmalı veya dayanışmalı olarak birbirine göreli ve tipik pozisyon ve davranışlar almaya sevk eden en önemli faktör, beyinlerinin hipotamik ve limbik bölgelerindeki içgüdüsel yapılanmalardır. Şüphesiz türe özgü bir fenomenal dünyası olan bu türün “oyuncu ları, önceden belirlenmiş bir oyunu milyonlarca yıldır oynar dururlar.

Homosapiens türüne gelince; örneği olduğunuz bu tür sadece yüz elli bin yıl gibi kısa bir zamandır gezegenimiz üzerinde yer alıyor. Türün atası olan hayvanın, soyu tükenmiş bir başka insansı hayvan türünün (arkaik homosapiensin) biyolojik bir mutantı olarak Afrika’nın güneyinde doğduğuna dair güçlü belirtiler var. Homosapiens’in diğer türlerle karşılaştırıldığında en önemli özelliklerinden biri tarihinin olması. Bir başka deyişle, diğer türler milyonlarca yıldır döngüsel olarak aynı yaşam oyununu oynar dururken sizin yaşam oyununuz yüz elli bin yıl önceki avcı-toplayıcı atalarınızınkinden ne kadar farklı; belki iyi bir şey bu fark belki kötü, ama gerçek. Çünkü sizin beyniniz diğer biyolojik türlerinkinden bazı önemli farklar gösteriyor; hatta genetik olarak en yakın olduğunuz şempanzeninkinden bile. Bu farklar anlatmakla bitmez; ama en azından bu yazı çerçevesinde ele aldığımız konular bakımından bu farklılıkları iki önemli başlıkta toplayabiliriz; insan beyninin genetik bakımdan tam olarak önceden belirlenmemişliği ve GAD. Şimdi bunları sırasıyla ele alarak önce insanın niçin cemaatçi bir hayvan olduğunu, sonra da aynı zamanda tam tersine bir “özne” olabilme şansına da sahip olduğunu görelim.

İnsan beyninin genetik bakımdan önceden tam olarak belirlenmemiş bir yapısının olması çok iyi bilinen, hatta psikanalizin bile (örtük) çıkış noktalarından birini teşkil eden bir olgudur; insan, vücut ağırlığına oranla en büyük beyne sahip olmanın ötesinde doğumdan sonra beyni en çok büyüyen hayvandır da. Bu son durum uzamış bir çocukluk (bağımlılık) dönemi anlamına gelir; insanın kendi türünün erişkin zihinsel kapasitelerine ve böylece yaşamını sürdürebilecek yetkinliğe ulaşması başka hiçbir türle kıyas kabul etmeyecek kadar uzundur. Ayrıca insan türünde fiilen üretken olunmayan ikinci bağımlılık dönemi (yaşlılık da) diğer bütün türlere göre çok uzundur vs. Bu özelliklerin insan cemaatçiliğiyle ilgisini görmek için biraz daha sofistike bir düzeye inelim.
İnsan beyninin kendini fenomenal dünya olarak algılaması aslında insanın içinde yer aldığı ve parçası olduğu gerçekliğin meta-fenomenal varlığının bir tür yanılsamalı temsilini yaşantıladığı anlamına gelir. Fakat bu yanılsama (fenomenal dünya) da gerçekliğin parçasıdır. Harita, haritası olduğu şeyin içindedir ve kendi olarak harita da, haritada temsil edilmiştir. Böylece haritası olunan şey haritadan bağımsız değil, haritayla birlikte bir şeydir. Biz, sadece kafamızın içindeki haritanın içindeki yaşantılamamızı, yanılsamalı olarak haritası olduğu şeyin içinde bir yaşantılama olarak yaşarken, bu harita aslı konusunda pek çok zaman yanıltıcı sonuçlar vermediği içindir ki, haritamızı gerçeklik sanırız. Şimdi, homosapiens tür örneklerinin (hastalık olarak isimlendirdiğimiz istisnalar dışında) evrensel olarak ortak ve genetik kodla tam olarak önceden belirlenmiş fenomenal dünya öğeleri vardır. Kabaca ifade edersek, aynı enerji değerindeki fotonların tetiklediği beyin olayları bütün insanlar tarafından kırmızı olarak yaşantılanır. Böylece dünya üzerindeki bütün homosapiensler kafalarının içinde ortaya çıkan aynı ortak dış dünya algısına sahiptir. Tıpkı arıların birörnek beyinlerinde olduğu gibi birörnek olan bazı beyin yapıları sayesinde dış dünyayla ilgili algılarımızı, evrensel olarak aynı gerçek fenomenal dünya şeklinde yaşantılarız. Böylece tek tek herbirimizin sadece kafasının içinde olan uzamla ilgili fenomenler karşılıklı olarak birbirine göreli olarak değerlendirilebilecek “ortak fenomenal bir gerçeklik” haline gelir. Zaten dış dünyayla ilgili algı dünyasında aynı fenomenal dünyayı yaşantılamasaydık hiçbir iletişim mümkün olmazdı; iletişimin gönderimsel boyuta imkânsız hale gelirdi. Demek ki dış dünya ile ilgili tek tek beyinlerimiz evrensel ve genetik olarak önceden tam olarak belirlenmiş bir fenomenal dünya alanı kuruyor. Keza bedenden gelen duyumlar (ağrı, sertlik vs.) ve duygular için de benzer bir evrensellikten söz edebiliriz. Bir Çinli korkuyorum dediğinde, biz korkarken nasıl yaşantılıyorsak aynı şeyi yaşantılıyordur; korku yalnızca kafalarımızın içindedir ama evrenseldir; nasıl yaşantılanacağı genetik kodla önceden belirlenmiştir.

Aslında fenomenal dünyamızın evrensel olan pek çok öğesini, bize yakın pek çok türle de belli bir yaklaşıklıkla paylaşırız. Bunun sebebi evrimsel olarak sağlam özelliklerin akraba türlerde de varlığını korumasıdır. Kısaca ifade etmek için iki cinsiyetlilik veya iki gözlülük özelikleri sayesinde belli bir eski tür, yaşamda kalması açısından çok sağlam özellik yakalamış olduğundan, ondan türeyen türler de bu özellikleri korumuşlar ve böylece türler arası bu ortak özellikler ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bize çeşitli şekilde yakınlığı olan hayvanların da kendi beyinlerini algılamasıyla ortaya çıkan fenomenal dün-yalarında bazı bakımlardan bizimkine benzer bir şeyler yaşantıladığını düşünebiliriz; köpeğimizle bu sayede anlaşabiliyoruz, akrabamız olduğu için. Keza homosapienslerin cinsellik, kıskançlık, haset, sadakat vs. gibi başlıklar altında da evrensel olarak aşağı yukarı aynı şeyleri yaşantıladığı söylenebilir. Peki ama fenomenal dünyada bu kadar çok evrensel ve genetik kodla önceden belirlenmiş fenomenal dünya öğesi varken farklı kültürlerin, dolayısıyla farklı yaşam oyunlarının ve tarihin ortaya çıkmasına sebep olan nedir? İnsan beyninin kendini algılaması olan fenomenal dünyasında evrensel olarak ge-netik kodla önceden belirlenmemiş olan nedir? Bir boyutuyla anlam-değer-arzu; insan cemaatçiliğinin de temelinde bunlar vardır zaten. Anlam-değer-arzu beynin evrimi açısından oldukça eski olan limbik yapılarla evrimsel açıdan en yeni frontal kabuk bölgelerini, yani daha çok beynin ön tarafını ilgilendiren konulardır, insan beyninin diğer türlere göre en gelişmiş kışımı bu yeni frontal kabuk bölgesidir. Bir başka deyişle bir organ olarak beynin evriminde en son gelişmiş olan bu ön (frontal) taraflardır ve bu bölgelerin yapısı genetik olarak önceden tam olarak programlanmamıştır. Oysa beynin arka bölümleri (mesala görmeyle veya algılarla ilgili bölgeler) çok daha arkaik yapılardır ve genetik kodla evrensel olarak önceden belirlenmişlerdir. Bir başka deyişle kafamızın içinde evrensel olarak hepimiz aynı kırmızıyı yaşantılarız; ama farklı anlam ve değerlerle yaşantılayabiliriz. Beynin genetik olarak önceden tam olarak belirlenmemiş zihinsel faaliyetlerinin en kolay incelenebilen yönlerinden biri insan dilselliğidir. Konuşma ve dilsel anlamayı içeren işlevler insanların pek çoğunda beynin sol yarım küresinin fronto-parietal alanlarıyla ilgilidir. Nörolojik açıdan insan dilselliği, Chomsky’nin elli yıl kadar önce ortaya koyduğu tezlerle (türetici dilbilim öğretisiyle) büyük yakınlıklar gösterir. Homosapiens yavrusu belli bir dil için genetik olarak önceden programlanmış olarak değil, çevresinde konuşulan dili rahim dışındaki yaşamında öğrenmek için programlanmış olarak doğar. Oyleki daha dört günlükken annenizin (veya bakıcınızın) konuştuğu dili, başka bir dilden ayırt edebiliyordunuz. Keza sekiz aylıkken anadilinizin özgün seslerini, prozodisini öğrenmek için gırtlak talimleri yapmaya başlamıştınız. Dilin, içine doğduğunuz anlam-değer-arzu cemaatinin bir üyesi kılınmanızda, böylece dilsellikle kurulmuş, ideolojik toplumsal kurum ve pratiklerde birbirine göreli işlevleri üstlenebilen “taşıyıcılar”dan biri haline getirilmenizde çok önemli bir rolü varıdır. Sözgelimi üretimi kapitalist olarak örgütlenmiş bir toplumun; kapitalist cemaatin bir üyesi olarak doğdunuz. Örgütlenmesi dilsel-ideolojik araçlar sayesinde mümkün olan bu toplumsal oyun-gerçekliğin kategorileriyle; mal, fiyat, patron gibi kavramlarla düşün-meye programlandınız. Böylece de bu üretim pratiğinin yarışmacı “oyuncu’ larından biri haline gelirken; yani toplumsal “oyun”un oyuncusu haline gelirken oyunun da kapalı anlam-değer-arzu dinamiklerini içerden yaşayarak anladınız. Beyninizin rahim dışındaki gelişiminin (çocukluk döneminizin) uzunluğu düşünülürse pek kolay anlaşılabilecek bir şey bu. Burada bazı örnekler dışında sanatın, coşkuyla (dilsel, kültürel, geleneksel, dinsel, milli, tarihi, ekonomik vs.) anlam-değer-arzu cemaatinize katılmanızı sağlayan ideolojik programlama işlevini nasıl yerine getirdiğini anlatmaya girişmeyeceğim; bu eleştirili bir psikanaliz kuramının vazifelerinden biridir; çünkü ıstırabınızın bu anlam-değer-arzu cemaatinin parçası olmak veya olmamakla ilgili bilinçdışı çatışkınızla ilgili bağını gösterebilmenin aşamalarından biri olmalıdır “ideolojik arzu” analizi ve arzunun dinamiği cemaatin mantığından (homosapiensin niçin cemaatçi bir tür olduğundan) kolayca türetilebilir aslında; yani anlam-değer-arzu cemaatlerinin Iktidar-gücü, cemaatin Totem ve Tabusunun temelinde yer alır. Evet, ciltler dolusu kitaplarla, gizemli ve bilmecemsi cümlelerle, sanki teorik bilim tarafından anlaşılamaz birşeylerden bahsediyormuş gibi yaparak dile getirilmiş de olsa Heidegger’in, Gadamer’in, hatta Lacan’ın söylediklerinde bir doğruluk payı vardır elbette. Ama Marx ve Nietzsche onların söylediği kadarını olumlayarak değil, bir eleştiri olarak çok daha önce gündeme getirmişti zaten.

Şimdi bakalım arılarla ne farkımız var? Onların beyni genetik olarak önceden programlanıyor, bizimki bazı bakımlardan rahim dışı bağımlılık dönemimizde dilsel-ideolojik-estetik olarak programlanıyor. Arı beyni, arı kolonisinin bir parçası olarak işlev görmesini; yani kendi türüyle birlikte varolmasını sağlıyor. Bizimki de öyle. Ama programlanma genetik olmaktan çok ideolojik olduğu için değişik kültürler, tarihler vs. ortaya çıkıyor insan türünde. Peki her bir anlam-değer-arzu cemaati nasıl mı ortaya çıkıyor? İnanın, bunun açıklaması bile çok zor değil. Eğer bütün bu açıklamaları verecek yerim olsaydı Galatasaray-Real Madrid futbol karşılaşması bile tamamen doğal bir olay gibi, bir doğa olayı gibi görünürdü size de. Türümüz sadece yüz elli bin yıldır var bu gezegen üzerinde. Bir süre (umarım uzun bir süre) sonra da artık var olmayacak; bütün diğer eski türler gibi bizimki de tükenecek. Güneş sistemimiz bile silinecek evrenden. Küçük bir doğa olayının çok küçük bir ayrıntısını yaşıyoruz; evrenin ilginç ama “biz” olduğumuz için bu kadar çok sözünü etmeye değer küçük bir ayrıntısını yaşıyoruz sadece.

9 d. Özne nasıl mümkündür?
Bütün bunlara rağmen insan beyni sadece rahim dışı uzun bağımlılık döneminde dilsellikle kurulmuş anlam-değer-arzu cemaatlerinin bir parçası olarak programlanmak üzere genetik olarak programlanmış bir organ olsaydı tarihte meydana gelen dönüşümleri açıklayamazdık. Çünkü bu durumda kendi dizgesini kuran bir kültür uzunca bir süre değişmeden kalabilirdi; yani anlam-değer-arzu cemaatinin tüm bireylerinin beyinleri cemaatin yüzyıllar, hatta binyıllar boyunca devam etmesini sağlayacak şekilde aynı dilsel-ideolojik-estetik program çerçevesinde bir önceki nesil tarafından programlanabilir, dilsellikle kurulan toplumsal oyun-gerçeklik, arıların yaşam oyununa benzer şekilde sürüp giderdi. Kaldı ki Çin, Japon vs. kültürlerinin örneklediği gibi böylesi az çok kapalı kültürlerin de tarihte yer aldığını biliyoruz. Marx, tarihteki dönüşümün kökeninde üretici güçlerin, özellikle de üretim araçlarının gelişiminin bulunduğunu söylediğinde önemli bir kapı açmış oldu. Bununla birlikte Marx’ın inceleme düzeyi oldukça soyuttur ve somut tarihte dönüşümün açıklanması pek çok faktörün (ekolojik denge, başka kültürlerle rekabet, nüfus hareketleri vs.) hesaba katılmasını gerekir. Ancak insan beyni ideolojik tam anlamıyla programlanabilseydi eğer; yani yeni durumlara uyum gösterecek, yeni çözümler üretebilecek bir yapılanmaya sahip olmasaydı; yani “özne” mümkün olmasaydı tarih de olamazdı. İnsan beyninin özneyi mümkün kılan yapılanması plastisite ve özellikle sol beyin yarım küresinin sahip olduğu GAD (generative assembiling device) programıyla ilgili gibi durmaktadır. İnsanı diğer hayvanlardan ayırt eden “zekâ” türü de budur zaten.

Homosapiens’e genetik olarak en yakın tür olan şempanzeler taşları çekiç ve örs şeklinde kullanarak iki parçalı aletler oluşturabilir. Ancak mesela örsün dengesi bozulduğunda üçüncü bir destek taş ilave ederek üç öğeli bir alet oluşturabildikleri çok nadir olarak gözlenmiştir. İnsansa sonsuza kadar uzanan sayıda parçayı bir araya getirebilir; üçlüyü yapan da her şeyi yapar. Çünkü üç öğenin bir araya getirilmesi, iki öğenin tek bir şeymiş gibi düşünülüp ikinci (üçüncü) bir parçanın buna ilave edilmesiyle mümkündür. Yani homosapiens zekâsı için daima bir fazlası mümkündür. GAD sadece alet yapımıyla ilgili bir program değildir elbette. Chomsky’nin ortaya koyduğu insan türetici dilselliği de, otuz beş bin yıl önce ilk örneklerini gördüğümüz sanatsal yaratıcılık da GAD’la ilgilidir. GAD’ın esası bir tür refleksiyondur; insan her türlü yaşantılaması karşısında bir mesafe alarak, yaşantılamasına dışsallaşarak bir başka yaşantılama düzeyinden bu yaşantılamaya bakabilir. İnsan için daima bir fazalasını mümkün kılan da budur. Poincare, özellikle de Gödel’in bütün kültürlerden insanların eşit olduğu matematiğin, daima önceden verili bir programın dışına çıkan insan zekâsını belgelediğini düşünmek için bence önemli sebepler vardır. GAD’ın Descartes”ın “düşünüyorum, o halde varım” önermesiyle de yakın bağları vardır. Çünkü bu önerme yaşantılamaya dışsallaşabilmeyi, bir adım geri çekilip buna dışardan bakabilmeyi gerektirir. Kendi varlığını fark etme, ayırt etme de budur zaten (Wills, 1993; Byrne, 1995; Corballis, 1991). Refleksiyon anlayışıyla Brentano ve Descartes gibi matematik kökenli olan Husserl’in bu noktada bir tür doğruyu fenomenolojik açıdan da olsa yakaladığını kabul etmemiz gerekir. Benzer biçimde Marx da insanın ideolojik yapılanmasını aşabileceğini düşünmüştü.
Bir psikiyatr düşünelim; senelerce hangi insan davranışlarının ne gibi patolojilere işaret ettiği konusunda eğitilmiş, üstelik bu yolla ona, insanlığa ve topluma hizmet ettiği bilinci de verilmiş olsun. Dahası, psikiyatri sayesinde bir itibar ve güç de kazanmış olabilir bu kişi. Ama gene de bütün bunlar bir üst düzeye çekilip bir toplumsal pratik olarak psikiyatrinin, toplumsal oyun-gerçeklik içinde nasıl mitolojik ve idolojik bir işlev kazandığını görmesini engellemez. Özne refleksiyondur ve insan beyninin sol yarım küresinin programı sayesinde refleksiyon mümkündür.
“Cogito ergo sum”, insanlar öznedir ve evrensel olarak eşittir anlamına gelir. Bu da zayıf sosyalist bir tez oluşturur. Zaten tarih denen kanlı oyun karşısında zayıf olmakta da yarar var.

* Bu yazıyı genel okurun ilgileri bakımından sorunlaştırdığım için, düşünce tarihinin en köklü sorununa beyinden kalkarak yaklaşırken bazı uzmanları rahatsız edebilecek bir sıçrama yaptım; sinir hücrelerinin oluşturduğu devrelerden ve beynin bilgisayarsal mekanizmalarından söz etmeden doğrudan kuantum düzeyiyle işe başladım. Bu notta, yazının içinde hesabı verilmemiş olan söz konusu sıçramanın sebeplerini anlatacağım. Genellikle materyalizm-idealizm tartışması şeklinde konan “ruh-madde”, “beden-zihin” veya “beyin-zihin” sorunu felsefe dışında da dini, ideolojik, mistik ve varoluşsal açıdan insanları daima işgal etmiş en temel ve evrensel sorundur. Bazı felsefe okulları (mesela fenomenoloji, yaşam felsefesi ve varoluşçuluk) temel sorunu cepheden ele almadan da çalışılabilinecek alanlar olduğunu düşünmüş veya sorunu dilsel bir yanılsamadan kaynaklanan sahte bir sorun gibi görmüş olmakla birlikte bu yolların da bir yere ulaşmadığı fark edilmektedir. Bu yazıda temel sorunun düşünüldüğü klasik kavramları aşmayı deniyorum.
Burada savunduğum ikilikli natüralizm farklı bir şekilde de olsa (yani natüralist ikiliklilik şeklinde) David Chalmers tarafından savunulmuş olan tezlere bir yakınlık gösterir. Chalmers ikilikliği göstermek için beyin ve bilinçle ilgili bilgilerimizden yola çıkar ve bu konuda karşılaşılan güçlükleri iki grupta toplar; kolay sorunlar ve ağır sorun. Kolay sorunlar beynin kimi (özellikle bilinçdışı) işlevleriyle ilgilidir ve bu düzeyde nörofızyolojik açıklama sinir hücresi devreleri ve sibernetik bilgisayar modelleri çerçevesinde ve enformasyon süreçleri bakımından yapılabilir. Ancak sorunu ağır yapan özellik, beynin kimi işlevlerinde niçin ve nasıl olup da bilinçli, nitel, öznel, deneyimsel, fenomenal bir öğenin ortaya çıktığı sorusunun aynı modellerle açıklanamamasıdır. Chalmers, bu düzeyde ağır bir teorik sorunun mevcudiyetinin evrende indirge-nemez bir ikilik olduğunu telkin ettiği görüşündedir. (Chalmers, 1995, 1996). Dikkat edilirse Chalmers epistemolojik sezgilerden hareketle ontolojik bir ikiliği dile getirmektedir. Bu yazıda benim izlediğim yöntem de benzeri bir çizgide seyretmektedir; elimizdeki bilgi düzeylerinden hareketle evrenin yapısı hakında dolaylı olarak bilgi sahibi olamaya çalışmak. Bununla birlikte söz konusu ikiliği daha güçlü bir şekilde ifade edebileceğimi düşünüyorum. Diğer yandan Chalmers, söz konusu ikiliğin fizik bilimine bir sınır çektiği, evrende fiziksel olarak açıklanamayacak ve indirgenemez bir yön olduğunu düşünmekte ve fizikle bir tür tamamlayıcılık ilişkisi içinde bir psiko-fizik’ten söz etmektedir. Oysa ben bu yazıda söz konusu ikiliğin fiziğe sınır çekmediğini; tam tersine fiziğin daha ilk adımdan beri bu ikilik üzerine kurulduğunu; dolayısıyla söz konusu ikiliğin fiziği sınırlamayıp alanını fenomenal olanı da içerecek şekilde genişlettiğini düşünüyorum.

Ağır sorunun çözümünün sibernetik enformasyon süreçleri düzeyinde olmadığına inan-dığım için doğrudan kuantum düzeyinden işe başladım. Ama ileriki bölümlerde görüleceği gibi burada ele aldığım tarzıyla ikilik herhangi bir teoriye doğrudan bağlı değildir; yani herhangi bir bilimsel teorinin doğrudan sonucu değilidir. Burada önemsenmesi gereken şey bilginin farklı epistemolojik düzeylerinin gönderimsel düzeyde farklı varlık tiplerine işaret ettiğinin kavran-ması tarzıdır. Dolayısıyla tekrarlıyorum, enformasyon teorisinden ve enformasyon süreçlerin-den hareket etmiş olsaydım da sonuç değişmezdi.

Kaynakça

Bachelard, G. (1940), La Philosophie du Non, Gallimard.
Byrne, R. (1995), The ThinkingApe, Oxford University Press.
Bohm, D. (1980), Wholeness andImplicate Order, Routledge and Kegan Paul.
, “A NewTheory of the Relationship of Mind and Matter”, Philosophical Psychology, c. 3, no. 2.
Clark, T. (1995), “Functionand Phenomenology: Closing the Explanatory , Journal of Consciousness Studies, c. 2, no. 3.
Chalmers, D. (1995), “Facing up to the Problem of ConsciousnessJournal of Consciousness Studies, c. 2, no. 3.
Chalmers, D. (1996), The Conscious Mind, Oxford University Press.
Corballis, M. C. (1991), The LopsidedApe, Oxford University Press. 1991.
Crick, F. (1994), The Astonishing Hypothesis, Touchtone.
Heidegger, M. (1927), Etre etTemps (Fransızca çeviri), Gallimard, 1992.
(1954), “Bilim ve Düşünüm”, çev: Hünlen, H., “Bilim Üzerine iki Ders”, Paradigma, 1998; Fransızca çeviri: “Science et Meditation”, Essais et Conferences, Gallimard, 1999 içinde s. 49-79.
Honner, J. (1987), TheDescription ofNature, Clarendon Press-Oxford.
Gadamer, G. (1959), “Du Cercle de la Comprehension” (Fransızca Çeviri), La Philosophie
Hermeneutique, PUF, 1996 içinde, s. 73-83.
(1960), Truth and Method (ingilizce çeviri), Sheed and Ward, Londra, 2. basım, 1989.
Libet, B. (1993), Neurophysiology of Consciousness, Birkhauser.
Omnes, R. (1994), The Interpretation ofQuantumMechanics, Princeton Un. Press
Palmer, R. (1969), Hermeneutics, Nortwestern Un. Press
Penros, R. (1989), Kralın Yeni Usu, çev: Dereli, T., 3 cilt, TUBlTAK Yay., 1997.
(1994a), Shadoıvs of the Mind, Oxford University Press, 1994.
(1994b), “Mechanism, Microtubules and the Mind”, Journal of Consciousness Studies, c. 1., no. 2.
Penrose, R. ve Hamerooff, S. (1996), “Conscious Events as Orchestrated Space-Time Selections”, Journal of Consciousness Studies, c. 3, no. 1.
Whitaker, A. (1996), Einstein, Bohr and the Quantum Dilemma, Cambridge Un. Press.
Wills, R. (1993), The Runaıvay Brain, Harper Collins.

Cem Uzungüneş

“MAHALLENİN GÜLÜ” SOLAR ZAMAN BlZE YAKLAŞIRKEN

bıraksın beni taksın mor çiçekler eyvallah
taksilere binsin kara camlar içinden baksın o yosma
rujlu kahkahalarla patinajlarla ordan geçerken
rüküş kenar bakkalları bisküvi koksun eyvallah
toz kapsın çocukluğum ve görgüsüz, saksılı, yeşil sakallı
evler heyecanlansın ve duygulu sokağım
evlerin camlarından, karısından zılgıt yemiş
bir ayyaş gibi baksın… yalpalasın, sokağım yalpalasın
uzaklaşırken yeniyetmeliğimizden
trombon sesli eskicinin
teraazi las-tik jim-nass-tik! diye ebe seçerken
mahallenin mahcubiyetinden